BİLİMSEL ARAŞTIRMALARDA ETİK KURAL İHLALLERİ İLE İLGİLİ  GÖRÜŞLER

“Gerçek bilim insanının popüler olma kaygısı yoktur. Tüm toplum ona karşı dahi olsa, o gerçeği yakalamışsa onu savunur.” Prof. Dr. Nezhun GÖREN

 

Giriş

       Bilimsel araştırmalarda karşılaşılan etik ihlaller ve uluslararası bilim etiği üzerine bugüne kadar çok şey söylenip yazıldı. Üniversitede “profesörlük” düzeyine ulaşmış birbirinden değerli bilim adamları, ardı ardına sundukları  bildiri ve makalelerle kamuoyunu ve ilgili makamları etik kurallar konusunda uyarıp, kural ihlallerinin neler olduğunu, nelerden kaynaklandığını ve nasıl önlenebileceğini irdeleyip açıkladılar. Ancak toplumsal hafızamızın zayıflığı, güncel olayların etkisiyle sürekli değişen  gündem ve ne yazık ki kamuoyunun ilgisizliği yüzünden, söz konusu saptama ve açıklamalar  gerekli yankıyı uyandıramamış görünmektedir.  İlgili makamların gösterdiği ilgisizlik ve   daha çok “tam aşırma”(complete plagiarism)  ve “bilimsel korsanlık” (piracy) gibi  kaba intihallerle  ilgilenip daha ince intihal ya da ihlalleri yeterince bilmeyen kamuoyunun  gösterdiği tepkisizlik de  buna eklenince , ihlallerin  değil,  ihlal iddialarının yadırganıp cezalandırılmaya çalışıldığı günlere geldik. Yalnızca  üniversite ve bilime duyulan güveni zedelemekle kalmayıp bütün bir  ülkenin geleceğini de tehlikeye sokan bu tablo karşısında duyarsız kalmak, bu çarpık tablonun bir parçası olmak demek olup, etik kurallara dikkat çekmek ve kural ihlallerine tepki göstermek bilime ve ülkesine değer veren herkes için bir  “görev” dir.

      Bu yazı, çok değerli bilim adamlarınca  işte bu amaçla ortaya konulmuş ama toplumsal hafızamızın zayıflığı ve ilgisizlik nedeniyle yeterince yararlanamadığımız saptama ve önerileri derleyip yeniden gündeme getirmek amacıyla hazırlanmıştır. Bir sorunla baş edebilmenin ilk koşulu, o sorunu yeterince bilmek ve gündemde tutmaktan geçtiğinden, yeterince anlaşılamamış ve gündemden düşmüş bir sorun, çözümsüzlüğe ve kronikleşmeye mahkum demektir.

 

    I. Bilim etiği ile ilgili sorunlar ve görüşler

        Bir ülkede bilimin, sanatın, eğitimin ve kısaca ülkenin gelişip kalkınabilmesi için yapılan ve yapılacak araştırmaların uluslararası etik kurallara uygun olması gerekir. Bu nedenle de, özellikle üniversite çatısı altında yapılan araştırmaların, uluslararası etik kurallara uygunluğunu sağlayabilmek amacıyla her bir üniversite, farklı başlıklar altında da olsa (içerik olarak uluslararası etik kuralları esas alan) yönetmelikler çıkarmış ve kural ihlallerini önleyici bir dizi hükümler getirmiştir. Ama bir takım yaptırımları da beraberinde getiren söz konusu hükümler, “benzeri yüzlerce olay var, hangi birine uygulanacak”, “yazık değil mi”, “ama o  önemli bir insandır” gibi gerekçeler veya “bu defalık affediyoruz, bir daha olmasın” türünden geçiştirmelerle ne yazık ki gereği gibi uygulanmamakta, ya da bazı endişeler yüzünden uygulanamamaktadır. Bu da, yalnızca ilgili hükümlerin değil, aynı zamanda bilimsel etiğin de kağıt üzerinde kalmasına ve bilimsel etik kurallarına uygun olmayan bir çok  araştırmanın üniversite kurumlarınca onaylanıp “bilimsel araştırma” kimliği kazanmasına neden olmaktadır.

        Herhangi bir gerçeği gizlemek, ilgili çevreleri ve toplumu yanıltmak amacıyla kasıtlı olarak yapılan ihlaller dışında, “Bilimsel Araştırma Tekniklerini” ve “Bilim Etiği Kurallarını” yeterince bilmemekten kaynaklanan ihlaller de yapılabilmekte ve bu tür ihlaller, kasıtlı ihlallere oranla çok daha yüksek bir sayıya ulaşmaktadır. Herhangi bir kasıt taşımayan bu  ihlallerin ardındaki “masumiyet” düşüncesi,  söz konusu ihlallere çok kez “hoşgörü” ile bakılmasına neden olmakta,  bu da  “nasıl olsa kimse bir şey demiyor” ya da “demez mantığıyla giderek yaygınlaşması sonucunu getirmektedir. Konunun en vahim yanı da, saptanan herhangi bir ihlalin, başka araştırmalardaki benzeri ihlaller hatırlatılarak  “olağan” gösterilmeye çalışılmasıdır. Özellikle bu yaklaşım, bazı araştırmacıların ,araştırma emeğinden kaçınıp “bilmeden yapmış” görüntüsü altında  (tıpkı kırmızı ışığı gördüğü halde yola devam eden araç sürücüleri gibi) bilerek kural ihlal etmelerini teşvik etmektedir.

        Etik kurallar, bir araştırmanın doğruluğunu, güvenilirliğini, yansızlığını ve yararlılığını sağlamak için konulmuş olup bu kuralların bilerek ya da bilmeyerek ihlal edilmesi, en azından “bilimsel yanıltma” sonucunu doğurmakta, bu da yalnızca bilime değil, tüm topluma ve kimi durumda da  tüm insanlığa zarar verebilmektedir.

        Bir yayının yanlış bilgiler içermesinden kaynaklanan “yanıltmalar” özellikle bilimsel yayınlarda çok daha etkili olmakta,  herhangi bir kitapta karşılaşacağı bilgiye, gerekli bilimsel kuşkuyla bakmasını bilen bilinçli okuyucular bile, örneğin yetkili kurullarca onanmış bilimsel bir araştırma ya da onaylanmış bir doktora tezine daha büyük bir güvenle bakmaktadır. Dolayısıyla  bilimsel yayınlardaki yanlışlar, öteki yayınlara oranla çok daha büyük zararlar verebilmektedir. Bu bakımdan bilimsel yayın yapan kişi ve kurumların sorumluluğu büyüktür.

       Hatayı önleyebilmenin ilk koşulu “hatanın ne olduğunu” bilmek olacağından, bilimsel araştırma yapacak olanların ve ilgili danışmaların, jüri üyelerinin ve hatta  okuyucuların  etik kural ihlallerinin neler olduğunu  çok iyi bilmeleri gerekmektedir.

        Çeşitli üniversitelerin “ihlal” anlayışları ve kural ihlallerine gösterilen duyarlılıklar arasında bazı farklılıklar bulunabilmekle birlikte, örneğin Anadolu Üniversitesi Bilim Etiği Klavuzu,   etik kurallar ve ihlalleri konusundaki kapsamlı saptamalardan biri olup, anılan klavuzda,  belli başlı kurallar ve  ihlalleri şu şekilde sıralanıp açıklanmıştır: 

 

       2. ARAŞTIRMA SÜRECİ VE SONUÇLARIYLA İLGİLİ ETİK KURALLAR

       2.1. Bilimsel İhmal

       Bilimsel ihmal (disiplinsiz araştırma), bilimsel araştırmaların gereklerini tam olarak yerine getirmeden yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bilimsel yanıltmadır. Bilimsel ihmalde, araştırmacı kasıtlı olarak değil, bilgi, beceri ya da deneyim yetersizliğinden dolayı yanlış bilgi sunmakta; dolayısıyla, yalnızca başkalarını bilimsel olarak yanıltmakla kalmamakta, kendi kendini de kandırmış olmaktadır.”

       (…)

       2.2. Bilimsel Saptırma

       Bilimsel saptırma, yapılan bilimsel araştırmanın süreçlerini ya da sonuçlarını kasıtlı olarak saptırmak; dolayısıyla, araştırmanın yinelenebilirliğini ve araştırma bulgularının güvenirliğini bozmaktır [9]. Deney sürecinde yer almadığı halde, araştırmada deneysel uygulamanın sonuçlarını etkileyebilecek ek uygulamalara yer verilmesi, araştırma süreci ile ilgili bir bilimsel saptırma örneği olarak gösterilebilir. Araştırma sonuçlarıyla ilgili yapılabilecek saptırmalar üç grupta toplanmaktadır [8]: 

       a.    Çarpıtma (falsification/fudging): Çarpıtma, araştırmada belli veri noktalarının, örneğin, istatistiksel verilerin doğru sonuç almayı engelleyebilecek biçimde değiştirilmesidir.

       b.      Gizleme (finagling): Gizleme, yapılan araştırma sonucunda elde edilen bulguların bazılarının, özellikle de araştırmacının beklentileri doğrultusunda çıkmayan bulguların, rapor edilmemesidir.

      c.       Uydurma (forgery/fabrication): Uydurma, araştırmada toplanmayan verilerin toplanılmış gibi gösterilmesidir.

 

      3. YAYIN VE SUNUM SÜRECİYLE İLGİLİ ETİK KURALLAR

      Başkalarının çalışmalarını (sözlü olarak, yazılı olarak ya da resim, müzik gibi diğer araçlarla ortaya konan görüş, öneri, bilgi, grafik, bilgisayar programı, sanat eseri vb. ürünlerini), kaynaklarını açık olarak belirtmeksizin ya da kasıtlı olarak değiştirerek kullanmaya, bilimsel aşırma (plagiarism) denmektedir [11-14].

     Bilimsel aşırma; tam aşırma, bilimsel korsanlık ve kendisinden aşırma biçimlerinde gerçekleşebilmektedir.

     a.      Tam aşırma (complete plagiarism): Bir başkasına ait çalışmayı, kendi adını koyarak aynen sunmaya ya da yayımlamaya, tam aşırma adı verilmektedir [15].

     b.      Bilimsel korsanlık (scientific piracy): Başka araştırmacıların verilerini, kaynak göstermeksizin ya da, izin gerektiren durumlarda, izin almaksızın kendi çalışmasında kullanmak biçimindeki bilimsel aşırma ise, bilimsel korsanlık olarak adlandırılmaktadır [10].  

     c.       Kendisinden aşırma (self-plagiarism): Söz konusu kasıtlı etik hatalar kişinin kendi eserlerinden aşırma şeklinde de gerçekleşebilir. Bu durum, kendisinden aşırma olarak adlandırılmaktadır.

      Kendisinden aşırma da, yineleme (duplication) ve dilimleme (least publishable unit) olarak ikiye ayrılmaktadır. Yineleme, yayımlanmış bir çalışmanın başka bir yerde de aynen yayımlanması; dilimleme ise, yayımlanmış bir çalışmanın parçalara bölünerek her parçanın ayrı olarak tekrar yayımlanması anlamına gelmektedir. Bu tür sorunlara yol açan ve sık rastlanan girişimlerden biri olan, bir çalışmayı aynı anda birden fazla dergiye değerlendirilmek üzere göndermekten de kaçınılması gerekmektedir. Her türlü bilimsel aşırmadan kaçınmak için yapılması gerekenler, aşağıda açıklanmaktadır [11-14]:

·         Başkalarının görüş ve önerilerinden yararlanma; istatistikler, grafikler ya da resimler gibi sözel olmayan bilgilerden yararlanma; başkalarının sözlü/yazılı söylemlerinden yararlanma biçimlerinin her birinde, bilginin kaynağını açık olarak göstermek gerekmektedir.

·        Bu tür yararlanmalarda yazar, yararlandığı kaynakta yer alan bilgileri, kendi sözcükleri ve anlatım biçimi ile dile getirmelidir (rephrasing/paraphrasing). Bu işlemde, yalnızca birkaç sözcüğün yerini değiştirmek ya da aynı anlama gelen başka sözcükler kullanmak yeterli değildir.

·        Başkalarının sözlü/yazılı söylemlerinin aynen kullanıldığı durumlarda ise, aynen alıntı (quotation) yapıldığını belirtip bilginin kaynağını ve alıntı yapılan sayfanın numarasını açık olarak göstermek gerekmektedir. Aynen alıntı yapıldığını göstermek için, birkaç satırı geçmeyen (örneğin, APAya göre 40 sözcüğü geçmeyen [16]) kısa alıntılar, cümle ve/veya paragraf içinde ve tırnak içine alınarak verilmelidir. Uzun alıntılar ise, ayrı bir paragraf halinde ve farklı bir yazım şekliyle (örneğin,tireli, tablı ya da sık arayla) verilmelidir.

·         Başka bir kaynaktaki tabloyu ya da şekli bir çalışmada aynen kullanmak için, kullanılan tablonun ya da şeklin hemen altına, kaynağı ve alıntı yapılan sayfanın numarası açık olarak yazılmalıdır.

·         Kaynak göstermenin yanı sıra, telif hakkı vb. yasal zorunlulukların gerekli kıldığı durumlarda, telif haklarını elinde tutan kişi ya da kuruluştan izin alınması gerekmektedir.

     Bir toplumda yaygın olarak bilinen genel bilgileri (common knowledge) sözlü ya da yazılı olarak kullanırken kaynak göstermek gerekmemektedir [12,13]. Eğitim, en önemli toplumsal kurumlardan biridir örneğinde olduğu gibi.           (http://www.anadolu.edu.tr/arastirma/bilim_etigi_klavuzu.aspx )    

 

     II. Bilimsel ihmal/disiplinsiz araştırma ve  bilimsel yanıltmayla ilgili görüşler

      “Bilimsel Saptırma” amacıyla kasıtlı olarak oluşturulan “bilimsel yanıltmalar” karşısında olmasa bile “bilimsel ihmal”(disiplinsiz araştırma) sonucu oluşan “bilimsel yanıltmalar” karşısında çok kez  daha hoş görülü davranılmakta, yapılışında “kasıt” bulunmayışı ya da bulunmadığının düşünülmesi, ortaya çıkan hatalı sonucu da görmezden gelme gibi etik dışı bir yaklaşıma neden olmaktadır. Oysa meydana gelişinde hiçbir kasıt bulunmasa bile “bilimsel yanıltma”nın kendisi (asla hafife alınmaması gereken) çok  ciddî bir sorun olup,  Prof. Dr. Şevket RUACAN tarafından  şu şekilde değerlendirilmektedir:

      Bilimsel  yanıltmanın 2 biçimi olduğu bilinmektedir. “Özensiz araştırma” veya “disiplinsiz araştırma” adı verilen şeklinde aslında kötü niyetli olmayan ancak bilimsel metodolojiye uymayarak yanlış sonuçlara ulaşan araştırmacılar tanımlanmaktadır. Bilerek yapılan yanıltıcı yayınlar için ise “bilimsel sahtekarlık”,”bilimsel yalancılık”,”bilimsel saptırma” gibi başlıklar kullanılmaktadır.Ancak her iki durumda da bilim çevreleri ve toplum yanıltılmakta zarar görmektedir. http://www.ulakbim.gov.tr/dokumanlar/sempozyum1/sruacan2.pdf  

 

        Bilimsel yanıltmaya neden olan yanlışlar konusunda “unutulmuş”, “dikkatten kaçmış” gibi gerekçelere sığınılmamalıdır. Çünkü “özen” ve “dikkat” bilimsel araştırmanın temel koşulu olup, Prof. Dr. Hasan SEÇEN’in  kişisel web sayfasındaki “Bilim Etiğinin Temel İlkeleri” başlıklı yazısında,  konuya ilişkin olarak şu uyarı yapılmaktadır:

 

        Bir bilim insanı DİKKATLİ olmalıdır. Dikkatsizlik hatalara yol açar. Bazı hatalar ciddî suç sayılmaz ama, hata ortaya çıktığında kabul etmek, yayınlanmamış bir çalışmaysa yayına gönderdiğimiz makaleyi düzeltmek amacıyla geri çekmek, yayınlanmış bir çalışmaysa bir düzeltme yayınlamak gerekir. Danışmanlık sistemi doğru işlediğinde hatalar azalabilir. Bu açıdan danışmanların bilimsel çalışmaları incelemek için yeterli zamanı ayırması ve hassasiyet göstermesi gerekir. (http://hasansecen.blogcu.com/bilim-etiginin-temel-ilkeleri/5188976)

 

      Ne var ki danışmanın yukarıda belirtilen “inceleme” ve “rehberlik” görevini hakkıyla yapabilmesi için, yalnızca “yeterli zamanı ayırmış olması” ve “hassasiyet göstermesi” de yetmeyebilmektedir. Örneğin kendi uzmanlık alanı dışındaki bir “doktora” tezini yönetmeye kalkışan danışman, yönettiği tez konusunda hangi hassasiyeti gösterirse göstersin, bilimsel yanıltmalara yol açan hataları  fark edemeyebilecek, dolayısıyla da başarısız olacaktır. Bu nedenle gerek araştırmacılar gerekse danışmanları, yeterince donanımlı olmadıkları konularda bilimsel araştırma yapmaya ve özellikle de araştırma yönetmeye kalkışmamalıdır.

      Bu konuda Prof. Dr. Osman İNCİ  şu uyarıları yapmaktadır:

       Bizim araştırma disiplini kazandıracak bir araştırmacı eğitimi üzerinde titizlikle durmamız vazgeçilmezdir. Burada araştırma disiplininden kastedilen; yeterince donanımlı olmadan bir araştırma yapmaya kalkışma demektir. Donanımda sadece laboratuar olanakları kastedilmediği bilinmektedir. Bir araştırmayı yürütmeye gerçekten hazır mıyım, bilgili miyim? Bunu yapmaya hakkım var mı? Yoksa hemen her araştırma önerisine kolları sıvayıp atlayabilir miyim? Bu soru net olarak yanıtlanmadan araştırmaya başlanamaz.    http://www.ccribd.com/doc/42819667/Bilimsel-etik

 

      Aynı konuda Prof. Dr. Berna ARDA’nın “Bilimsel Bilgi Üretiminde Yayın Etiği” başlıkla yazısında da şu soru sorulmaktadır:

 

       Öncelikle, araştırma yapılabilirliği konusunda yeterince “donanımlı” olup olmadığı, araştırmacının sorgulamasını gerektiren bir durumdur. Burada sözü edilen donanımlılık, hem kuramsal bilgi düzeyinde, hem de teknik olanaklar düzeyinde donanımlı oluştur. Bu tür sorgulama sonrası, donanımlı olmadığımıza karar verip o araştırmadan vazgeçebilme dürüstlüğünü kaçımız gösterebiliyoruz, ya da genç meslaktaşlarımıza önerebiliyoruz?   (http://www.anadolu.edu.tr/arastirma/bilim_etigi_klavuzu.aspx )

 

      III. İntihalle ilgili görüşler

      Kamu oyunda “intihal” sözcüğü (biraz da genel sözlüklerindeki birincil anlamından dolayı olsa gerek)  yalnızca  “aşırma”,  yani “başkasına ait bir bilgiyi kaynağını belirtmeksizin kullanma, dolayısıyla kendisine ait bir bilgi gibi gösterme” biçiminde algılanmakta ve “kaynağa atıfta bulunmuş olmanın” intihali ortadan kaldırdığı düşünülmektedir. Oysa başkasına ait bir bilgi ya da veriyi kaynak belirtmeksizin kullanma biçiminde gerçekleşen “tam aşırma” (complete plagiarism) ve “bilimsel korsanlık” (piracy)  gibi kaba intihal türleri dışında, ilk bakışta intihal izlenimi vermeyen fakat bilim etik kurullarınca “intihal” kabul edilen “kendisinden aşırma” (self-plagiarism), “ yineleme” (duplication) ve “dilimleme” (least publishable unit) gibi daha ince  ve özellikle de “fazla mükemmel alıntı” (The Too-Perfect Paraphrase) gibi  örtülü intihaller de yapılabilmekte ve ne yazık ki bazı araştırmacı ve danışmanlar, ya Bilimsel Araştırma Tekniklerini yeterince bilmediklerinden ya da yeterince ciddiye almadıklarından olsa gerek, yaptıkları alıntının kaynağını belirttikleri halde  “intihal” hatasına düşebilmektedirler. Oysa  alıntı yapılan kaynağa atıfta bulunmuş olmanın intihali her zaman ortadan kaldıramayacağı, Bilimsel Araştırma Teknikleriyle ilgili derslerin daha en başında öğretilen ve her araştırmacının çok iyi bilmesi gereken temel bir bilgidir. Anadolu Üniversitesinin Bilim Etiği Klavuzunda ayrıntılı olarak açıklanmış olan  ilgili bölümü aşağıya yeniden alacak olursak,  anılan klavuzda “alıntı” teknikleriyle ilgili olarak: “Başkalarının görüş ve önerilerinden yararlanma; istatistikler, grafikler ya da resimler gibi sözel olmayan bilgilerden yararlanma; başkalarının sözlü/yazılı söylemlerinden yararlanma biçimlerinin her birinde, bilginin kaynağını açık olarak göstermek gerekmektedir. “ dendikten sonra:

 

       “Bu tür yararlanmalarda yazar, yararlandığı kaynakta yer alan bilgileri, kendi sözcükleri ve anlatım biçimi ile dile getirmelidir (rephrasing/paraphrasing). Bu işlemde, yalnızca birkaç sözcüğün yerini değiştirmek ya da aynı anlama gelen başka sözcükler kullanmak yeterli değildir.

      Başkalarının sözlü/yazılı söylemlerinin aynen kullanıldığı durumlarda ise, aynen alıntı (quotation) yapıldığını belirtip bilginin kaynağını ve alıntı yapılan sayfanın numarasını açık olarak göstermek gerekmektedir. Aynen alıntı yapıldığını göstermek için, birkaç satırı geçmeyen (örneğin, APAya göre 40 sözcüğü geçmeyen [16]) kısa alıntılar, cümle ve/veya paragraf içinde ve tırnak içine alınarak verilmelidir. Uzun alıntılar ise, ayrı bir paragraf halinde ve farklı bir yazım şekliyle (örneğin,tireli, tablı ya da sık arayla) verilmelidir” denmektedir.

      Özellikle son paragrafta betimlenen alıntı tekniği, aynen alıntı durumlarında mutlaka uygulanması gereken etik bir kural olup, kişinin herhangi bir kaynaktaki metni aynen alması fakat tırnak içinde ya da ayrı bir yazı karakterinde vermek suretiyle kendi cümlelerinden ayrılabilir hale getirmemesi,  Fazla Mükemmel Alıntı (The Too-Perfect Paraphrase) adı verilen gizli bir intihal türüdür. Tırnak işareti içinde ya da özel bir yazı karakteriyle  verilmemiş cümleler, yazara ait cümlelerden ayırt edilemeyeceği için, metnin herhangi bir yerinde herhangi bir kaynağa atıfta bulunulmuş olması, intihali ortadan kaldırmaya yetmemektedir.(UÇAK,N.Ö, BİRİNCİ, H.G, “Bilimsel Etik ve İntihal”, Türk Kütüphaneciliği C. 22,S.2.(2008) )

      Nitekim aynı konuda Prof. Dr. Osman İNCİ’ de : “…Aynen alıntıları tırnak içinde göstermek gerekir. Anlam olarak alıntı ise alıntı yapanın kendi cümleleri, anlatım uslubu  ile aktarılmalıdır. Esas ve şekle uygun olmayan  alıntılara ‘yolsuz alıntı’ denir. Ancak şekil koşulunun ihlal edildiği her durum yolsuz alıntı olup aynı zamanda aşırmadır.” (http://www.ccribd.com/doc/42819667/Bilimsel-etik) diyerek kaynağa atıfta bulunarak yapılan intihalin de bir “yolsuz alıntı” ve aynı zamanda “aşırma” sayıldığını belirtmiştir.

      Bu konuyla ilgili olarak  Prof. Dr. Nezhun GÖREN’in “Bilimsel Yayınlar Hakkında American Chemical Society Etik Rehberi” başlıklı yazısından alınan aşağıdaki satırlar  çok  çarpıcı saptamalar içermektedir:

          Bilimde sahtekarlık sadece bir başkasının eserini kopya etmek ya da başkasının yaptığı bir çalışmayı kendisi yapmış gibi göstermek şeklindeki kaba sahtekarlıklar biçiminde olmamaktadır. Bunların yanı sıra bir de ince kurnazlık şeklinde yapılanları vardır ki, bu yazıda vurgulanmak istenen, bilim etiğine aykırı olduğu halde genellikle gözardı edilen işte bu ince kurnazlıklardır. Bu tür ince yağmacılıkta “kendi kendinden aşırma” ve “aşırandan aşırma” dahi söz konusu olabilmektedir.

       (…)

 

Bu gibi fikir sahtekarlıklarına göz yummak demek;

1) Üniversitelerimizin kalitesini değil arttırmak, giderek daha da çok bozulmasına katkıda bulunmak demektir,

2) Binbir umutla geleceğe hazırlanan ve genç olmanın gereği idealist olan gençlerimize kötü örnek olmak ve onları bilim etiğinden uzak yanlış yollara sürüklemek demektir,

3) Gerçek bilim insanlarının yaptıklarına haksızlık etmek demektir,

4) Daha da vahimi üniversitelerin geleceği ile oynamak, ülkemizin geleceğine zarar vermek demektir.

     Eğer üniversiteler bilimde etik konusuna gereken hassasiyeti göstermezlerse, bu tip sahtekarlıklara göz yumarlarsa, ülkelerine ve gelecek nesillere en büyük kötülüğü yapmış olurlar. (http://www.aek.yildiz.edu.tr/yayin.htm)

 

       Kamuoyunda Bilimsel Araştırma ve alıntı tekniklerinin yeterince bilinmemesinden dolayı bu tür ince intihallerin anlaşılamaması ve  kaynağa atıfta bulunulduğu sürece intihal sayılmamasına hoş görüyle bakılabilirse  de, aynı  görüşün üniversite çatısı altında da sürdürülmeye çalışılması ve hatta çok ciddî bir etik ihlali olan intihalle mücadele etmesi gereken yetkililerin bile bazen aynı paralelde düşünmeleri, üniversite ve bilim adına büyük bir talihsizliktir. Çünkü üniversite çatısı altında sürdürülecek her türlü bilimsel çalışmanın ilk adımı “Bilimsel Araştırma Teknikleri”nin öğreniminden başlar. Bu nedenle de tırnak içine alınmaksızın bire bir yapılmış bir alıntının (kaynağa atıfta bulunulmuş olsa bile) intihal sayılacağını Yüksek  Lisans ve hatta Lisans öğrencileri bile bilir. Dolayısıyla profesörlük düzeyine ulaşmış bazı yöneticiler bu tür alıntılardaki intihali kabul etmemekte direnebiliyor ve hatta intihal iddiasında bulunanı “iftira atmakla” suçlayabiliyorlarsa -ki ne yazık ki bunun örneklerini görüyoruz- ya taşıdıkları akademik unvana rağmen  intihalin ne olduğunu yeterince bilmiyorlar, ya da bildikleri halde “yok” sayarak etik davranmıyorlar demektir… Aynı şekilde yalnızca kamuoyunda değil üniversite çevrelerinde de kendisinden aşırma (self-plagiarism): yineleme (duplication)  ve dilimleme (least publishable unit) gibi ince intihaller  (ne yazık ki bilerek ya da bilmeyerek) göz ardı edilmekte, bu durumu fırsat bilen bazı kişiler de,  daha Yüksek Lisans tezlerinde ele aldıkları bir konuyu evirip çevirip,  makale, bildiri ya da kitap adı altında tekrar tekrar  yineleyerek yayın sayılarını şişirme yoluna gitmektedirler. Bu ihlalde üniversitelerdeki “yayın zorunluluğu” ve yayınlarda nitelik yerine niceliğe (yani yayın sayısına) bakılıyor olmasının da payı bulunmaktadır. Üstelik  aynı konuyu evirip çevirip yinelemek suretiyle katıldıkları sempozyum ve kongre çalışmaları sonucu, üniversitenin ve ülkenin mali kaynakları da heder edilmektedir. Hatta başlığından planına, kaynakçasından içeriğine kadar büyük oranda “yineleme” (duplication) özelliği taşıyan doktora tezleri bile oluşturulup onaylanabilmektedir. Oysa 2547 sayılı YÖK Yasasının 3 /t (2) maddesinde “doktora” öğrenimi için “…orijinal bir araştırmanın sonuçlarını ortaya koymayı amaçlayan bir yüksek öğrenim” tanımı yapılmaktadır…  Örneğin yalnızca araştırmanın yapıldığı ders adını değiştirmek suretiyle aynı danışman tarafından ardı ardına iki ayrı öğrenciye yaptırılan araştırma yinelemesi, ilk öğrenci açısından olmasa bile, yinelemeyi yapan ikinci öğrenci ve bilim açısından hangi orijinal sonucu ortaya koyacaktır? Bir Anabilim Dalı programında en az 25 çeşit ders bulunduğu dikkate alınacak olursa, aynı araştırmanın, aynı danışman tarafından, her bir ders üzerinde tekrar tekrar yinelenmesi suretiyle daha kaç kişiye “doktor” unvanı verilebilecek, ve nihayet bu gibi ihlallere  ne zaman “dur” denecektir?

      Alıntılarda bir başka kriter de alıntı oranıdır. Bir araştırma, (şayet bu yazıda olduğu gibi konuya ilişkin fikirleri derleme  amacıyla hazırlanmamışsa) defile podyumundaki manken geçişleri gibi her biri bir başka yazar ya da kitaptan alınmış paragrafların arka arkaya sıralanmasından oluşturulamaz.  Çünkü Prof. Dr. Osman İNCİ’nin de belirttiği üzere, alıntıların kabul edilebilir bir oran dahilinde olması genel bir ilke olup, “Yayınlarda bilimsel kurallara uymadan kabul edilebilir ölçüleri aşan alıntılar yapmak etik dışı davranıştır.” http://www.ccribd.com/doc/42819667/Bilimsel-etikDoç. Dr. Nazan Özenç UÇAK ve Hatice Gülşen BİRİNCİ ‘nin “Bilimsel Etik ve İntihal” başlıklı yazılarında plagiarism.org’dan yapılmış olan bir alıntıya göre “Orijinal çalışma için çaba sarf etmek yerine çalışmanın büyük kısmını başka kaynaklardan alıntılarla doldurmak Emek Tembelliği (The Labor of Laziness) olarak nitelenen bir intihal türü” olarak tanımlanmaktadır. (UÇAK,N.Ö, BİRİNCİ, H.G, “Bilimsel Etik ve İntihal”, Türk Kütüphaneciliği C. 22,S.2.(2008) ) Oysa  bazı Yüksek Lisans ya da doktora tezlerine bu açıdan bakıldığında,  neredeyse her paragrafın altında bir başka kaynak ya da yazar adının geçtiği görülmektedir. Böyle bir yapıda, yazara ait cümlelerle alıntı yapılmış olan cümlelerin ayırt edilebilmesini sağlayacak  işaretler de kullanılmayınca, hangi cümlenin alıntı olduğu da anlaşılamamakta, dolayısıyla  her paragraf bir başka yazardan alınmış gibi görünmektedir. Alıntılarla ilgili bu gibi hususlar etik kurulların takdirine kalmakla birlikte, tezlerin birer alıntı albumü gibi hazırlanmasına hoşgörüyle bakılmamalıdır.

       Bazı danışmanların o yabancı dili bilmemelerini ya da jüri üyelerinin, incelemekle görevlendirildikleri tezleri gereği gibi incelemeden onaylamalarını  fırsat bilerek, yabancı ülkelerde yapılmış araştırmaları ya da hazırlanmış tezleri türkçeye çevirip yeni bir araştırma ya da tez gibi sunma şeklinde gerçekleşen kaba intihaller ise sorunun en uç boyutu olup, etik açıdan “hata” ya da “yanlış” sınırlarını da aşıp “suç” düzeyine ulaşan bu tür ihlal örnekleri de zaman zaman ortaya çıkmıştır. Ancak bu tür ihlalleri farkedebilmekten çok daha zor olanı, ortaya koyabilmek olduğundan, yapılan ihlal sayısının bilinenden çok daha fazla olma olasılığı yüksektir.

 

     IV. İhlallerin temel nedenleri üzerine görüşler

      Yapılan araştırma ve gözlemlere göre, bilimsel etik ihlallerinin en önemli nedeni,  etik kuralların ve bilimsel araştırma tekniklerinin yalnızca bazı araştırmacılar tarafından değil, bazı danışman ve jüri üyeleri tarafından da yeterince bilinmiyor oluşudur. Özellikle bazı danışman ve jüri üyelerinin  sergiledikleri bilgisizlik ve bazen de duyarsızlık, bilgisizlikten kaynaklanan ihlallerin yanı sıra bilerek yapılan ihlaller için de uygun ortam oluşturmakta, yapılan araştırmalar  onaylandıktan sonra genellikle yayınlanmadıkları için, içerdikleri ihlallerden kimsenin haberi de olmamaktadır. İhlallerin ortaya çıkmıyor oluşu ve  çıksa bile, genellikle görmezden gelinip herhangi bir işlem yapılmaması, “kural ihlallerini” adeta teşvik etmekte,  emek isteyen uzun araştırmalar ve çalışmalar yerine, kısa yoldan hedefe ulaşmayı sağlayacak ihlallere başvurulabilmektedir. Bütün bunlar dışında, akademik kariyer basamaklarını kısa yoldan tırmanabilme, maddî manevî bir takım kazançlar elde etme, bulunduğu yeri sağlamlaştırma ve yükselme arzuları da  ihlallere neden olabilmektedir. Üniversitelerde bilimsel yayın sayısını artırmak amacıyla uygulanan “yayın zorunluluğu” gibi önemli bir ilke bile, kötü niyetle yaklaşıldığında intihal, yineleme ve dilimleme gibi bir takım ihlallerin nedeni olabilmektedir. Örneğin  Prof. Dr. Osman İNCİ’nin “Bilimsel Yayın Etiği İlkeleri, Yanıltmalar, Yanıltmaları Önlemeye Yönelik Öneriler” başlıklı yazısından alınan aşağıdaki cümleler, etik ihlallerin nedenleri konusunda çok çarpıcı saptamalar içermektedir:

 

      Bilimsel etik dışı davranış öncelikle eğitimsizlikte olmak üzere yükselme hırsı, bilimsel niteliği yayın sayısı ile ölçme, ekonomik öğeler, elde edilen desteği kaybetmeme, atama ve yükseltilmelerin yayın sayısına ve belli standartlara bağlanması, yetersiz olanakları olanların mevki, makam kapmak için yaptıkları yanıltmalardır.

     Üniversite yöneticilerinin seçimle belirlenmesi, Rektörün seçilmek için oy gereksinmesinde olması, ‘Sayın seçmenlerini’ hoş tutması gerektirdiği, oy sahiplerinin atama ve yükseltilme bekleyen gruplardan (özellikle yardımcı doçent) oluşması, senato sayısal ağırlıklarının deneyimsiz ve akademik olarak donanımsız kişilerden oluşması, üniversitesinin belirlediği atama alt eşiğini tutturamayanların atanması gibi bilim kültürü eksikliği ve yasa dışı jürilerin kurulması sürdükçe etik dışılık da sürecektir. Akademik atama ve yükseltilmelerde yayın sayısının esas alınması, araştırma ve yayın etiği yanıltmalarını arttırmış, hilekârlık yapanların sayısı yükselmiştir. Bilim jürileri adeta noter gibi çalışmıştır. Eserleri kalite yönünden ciddi olarak incelememiştir.Ayrıca etik yanıltmalara yönelik önlemler yetersizdir. Bu hilekârlığı yapanlara, yayın alanında kötü, utanç verici bir uygulamanın gelişmesine yol açanlara ne yapılmaktadır? Tüm sorun buradadır. Kanıtlanmış bilim etiği yanıltmalarına karşı bilim Kurumlarımız (YÖK, ÜAK, Üniversiteler, TÜBA, TÜBİTAK v.b.) ne yapmaktadır? Bugün bilim etiği konusunda ülkemiz pek iyi sayılmaz. (http://www.ccribd.com/doc/42819667/Bilimsel-etik

 

       Aynı konuda ,  Prof. Dr. Tayfun UZBAY’ın…  “Bilimsel Araştıma Etiği” başlıklı yazısında da şu çarpıcı saptama yapılmıştır:

 

Kim ne derse desin, hangi ölçütler uygulanırsa uygulansın ülkemizde bilimsel unvanların alınmasında sadakat hala liyakatin önündedir. Bunun sonucunda unvanını hak etmeyen ve akademik giysileri altında ezilen bir çok akademisyen oluşturulmuştur. Daha kötüsü bunlar kendilerine benzer yeni öğretim üyeleri yetiştirme çabası içindedirler ve bu durum bilim insanı kalitesini düşürerek bilimsel gelişmenin önünde ciddi bir kısır döngü yaratmıştır.

          (http://www.ulakbim.gov.tr/cabim/vt/uvt/tip/sempozyum4/page19-26.pdf )

 

      Söz konusu kısır döngünün kırılabilmesi için sorunların açıklıkla ortaya konulması ve iyileştirilmesine yönelik çareler aranması gerekirken çok kez üstlerinin örtülmesi yoluna gidilmekte ve örneğin herhangi bir ihlalin kendisi değil ortaya konulması tepkiyle karşılanmaktadır. Dekanlık ve Rektörlük Makamlarında bulunan bazı öğretim üyeleri bile, etik kural ihlalleri karşısında ya sessiz kalmayı ya da etik ihlal yapan kişiyi bırakıp “ihlal” iddiasında bulunan kişi ya da kişileri sorgulama (böylece de baskı altına alıp susturma) yolunu seçmektedirler. Örneğin herhangi bir tezi eleştirmeye “cür’et edebilen” kişinin karşılaştığı ilk tepki “ Sen kim oluyorsun da onaylanmış bir tezi eleştirmeye kalkışıyorsun ?” sorusu olmakta, eleştirinin haklı ya da haksız olduğuna bakma gereği bile duyulmadan, doğrudan doğruya eleştirenin üzerine gidilmektedir. Oysa bir tezin eleştirilebilmesi için  yayınlanmış olması, yayınlanabilmesi için de onaylanmış (kabul edilmiş) olması temel koşuldur. Henüz onaylanmamış, dolayısıyla da ortaya konmamış bir tezden, hazırlayan ve danışmanı dışında kimin haberi olur ve  henüz “taslak” niteliğinde olan bir metni  kim eleştirir?  Ayrıca  yayınlanmamış bir tezi eleştirmek, (şayet böyle bir şey yapılabilmiş olsa bile)   “anlamsız” olması bir yana  “alenileşmemiş bir metni açıklamak” bakımından suç da  teşkil eder. Prof. Dr. Osman İNCİ tarafından da  belirtildiği üzere: “Bilimsel araştırmalarda etik dışı davranışlar ancak yayına dönüştüğünde fark edilebilmektedir. Ayrıca aşırma, sahtecilik,saptırma, yayın tekrarı, dilimleme gibi etik dışı davranışlar ancak yayın sonucu ortaya çıkmaktadır.” http://www.ccribd.com/doc/42819667/Bilimsel-etik

      Tüm bu nedenlerden dolayı, herhangi bir tezin “onaylanmış” olmasını, onun artık “eleştirilemeyeceği”  veya  “eleştiri üstü” olduğu biçiminde algılamanın, ne bilimle ne de bilim insanlığıyla yakından uzaktan ilgisi olamaz. Bu olsa olsa, hataların üstünü örtüp,  kendi varlığını o hatalar üstünde sürdürme çabasının ürünü olabilir ki, böyle bir çaba, yalnızca bilime değil ülkeye ve insanlığa da ihanet olur.  Kaldı ki,  Prof. Dr. Ayşe ERZAN’ın da belirttiği üzere “Eleştiri ve özgür düşünce, bilimin ve bilim etiğinin diğer, olmazsa olmaz kurucu unsurudur.” (http://plagiarism-turkish.blogspot.com/2008/12/prof-dr-aye-erzan-bilim-etii-zerine.html) ve bilimsel eleştiri yalnızca belirli bilim adamları ya da makamlara özgü bir hak değil tüm bilim adamları ve hatta okuyucular için  görevdir. Çünkü Prof.Dr. Osman İNCİ’nin de belirttiği gibi: “Tüm bilimsel yayınların denetleyicisi bilim kamuoyudur. Onların sorumluluğu asla göz ardı edilemez. Bilimcinin sorumluluğu uzmanlık alanına giren konulardaki yayınları izlemek, ortaya konulan savların, varsa yanlışlıklarını saptayacak biçimde incelemek ve bilimsel ortamda ortaya koymak, tepki vermektir. Zira yanıltıcı bir yayın tüm insanlığı yanıltma potansiyeli taşımaktadır” (…) Bir araştırmacı ya da okuyucunun diğer bir araştırmacının etik dışı davranışını saptaması zor bir sürecin başlangıcıdır. Bu tesbitten sonra ‘arkasını dönüp giderse’, ‘görmezden gelirse’, ‘beni ilgilendirmez, neme lazım, başımı belaya mı sokayım’ gibi anlayışlarla suskun kalır ise bilimsel çürümenin zeminini hazırlamış olur. Etik dışı davranışı yapan(lar) zaten bu zeminin varlığında gelişebilmektedir. Eğer bilimci,  bir bilimsel yayında etik dışı davranış saptamışsa kesinlikle eyleme geçmek zorundadır.” http://www.ccribd.com/doc/42819667/Bilimsel-etik 

      Aynı konuda  Prof. Dr. Şevket RUACAN’ da :“Bilimsel bir yayının ve onun dayanağı olan araştırmanın doğruluk düzeyi sadece dergi editörlerini,akademik yöneticileri, bilimsel okuyucuları değil tüm toplumu ilgilendirmektedir. Çünkü yalan veya yanlış bir bildiri toplum tarafından sağlanan araştırma fonlarının ziyan edilmesi,  bilim çevrelerinin dolayısıyla tüm toplumun yanıltılmasına” neden olur.  “…Bilimsel yanıltmanın saptanması ve duyurulmasında okurlara da önemli sorumluluklar düşmektedir.Kuşkulu bir yayınla karşılaşan okuyucu, bu konuyu daha derinlemesine inceleyerek editöre mektup yazmalıdır. Bu bilimsel dürüstlüğün bir koşuludur. Çünkü yanlış veya yanıltıcı bir yayın tüm insanlığı yanıltma potansiyeline sahiptir” demektedir. (http://www.ulakbim.gov.tr/dokumanlar/sempozyum1/sruacan2.pdf)

 

 

       Sonuç ve Öneriler

      İhlallerin nedenleri konusunda yapılan açıklama ve saptamalarda, ihlallere nelerin yol açtığı belirtilmek suretiyle,  önleme konusunda ne yapılması ya da yapılmaması gerektiği de açıklanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla yapılması ve yapılmaması gerekenler  bellidir. Çözüm, bunun gerçekten istenip istenmediği ve şayet isteniyorsa, her türlü popülist duygudan arınarak  uygulanıp uygulanmayacağı kararında yatmaktadır. Bilim alanlarımızın ve giderek ülkenin yozlaşıp çürümesini istemeyen herkes bu sorun üzerinde düşünmek  ve kararlı bir duruş sergilemek   zorundadır. Aksi takdirde bugünkü çarpıklıklar, her türlü ihlal için uygun ortam oluşturmaya devam edecek ve hatta kural ihlalleri bir sorun olarak algılanmaktan çıkıp, bir “zeka” ya da  “uyanıklık” belirtisi olarak algılanabilecektir.  Ve ne acıdır ki algılanmaktadır da… 

      Bilim adamlarımızın  yaptığı saptamalar, bilim alanlarımızdaki durumun etik ihlaller bakımından pek de iç açıcı olmadığını, ihlal sonuçlarının yalnızca üniversite ve bilime değil, topluma ve giderek tüm insanlığa zarar verebilecek potansiyele sahip bulunduğunu, bu durumun düzeltilebilmesi ya da en azından daha iyi hale getirilebilmesi için,  kurumsal, bireysel ve toplumsal  bazda alınması gereken çok önemli kararlar ve değiştirilmesi gereken davranışlar olduğunu göstermektedir. Gruplayarak sıralayacak olursak:

 

     A – Kurumsal bazda:

 

      1 – YÖK ve üniversitelerimiz başta olmak üzere, eğitim ve bilimle ilişkili olan tüm kurumlarımız, uluslararası etik değerleri eğitim ve bilimin anayasası kabul edip, bu anayasanın ihlalini engelleyecek yasa  ve yönetmelikleri yeniden düzenlemeli ve mevcut mevzuattaki konuya ilişkin belirsizlikleri ortadan kaldırmalı, etik kural ihlallerinde uygulanacak yaptırımlar, hiç bir yoruma meydan vermeyecek açıklıkta belirlenmelidir.

 

     2 – Yürürlüğe konulan yasa ve yönetmeliklerin uygulanmasında hiç bir tavize meydan verilmemeli, ilgili yasa ve yönetmelik hükümlerini bilerek uygulamadığı ya da taviz verdiği saptanan yöneticiler için çok daha ağır yaptırımlar belirlenmelidir.

 

     3 –  İhlal iddialarını inceleyecek ve gecikmeksizin sonuçlandırabilecek sayı ve donanımda etik kurullar oluşturulmalı ve Prof. Dr. Tayfun UZBAY‘ın aşağıdaki saptamasında değindiği “etik kurulların da etik davranmaması” ya da “bir etik kurulun etik dışı bulduğu bir olayı bir başka etik kurulun önemsememesi” türünden tutarsızlıkları önleyecek genel bir yönetmelik hazırlanmalıdır. Prof. Dr. Tayfun UZBAY‘ın aşağıdaki saptamaları,  etik ihlalleri önleme konusunda yetersiz kalan bugünkü uygulamanın aksayan yönlerini ve neden olduğu olumsuz sonuçları açıklıkla ortaya koymaktadır:

 

     

     Etik ihlaller cezalandırılıp önleyici tedbirler alınacağına, çok defa, sanki yokmuş gibi davranılarak bir yerde özendirilmektedir. Son zamanlarda üniversitelerde ve bilimle uğraşan kurumlarda etik ihlalleri saptamaya yönelik etik kurulların oluşturulması umut verici bir gelişme olmakla beraber, bu kurulların çalışmalarında ortak bir standart saptayamadıkları görülmektedir. Örneğin, bir etik kurulun etik dışı bulduğu bir olayı, başka bir etik kurul önemsememekte, bazen de etik kurullar önlerine konan kanıtlara göre değil de kişiye göre yorumlar yapabilmektedir. Bazı etik kurulların çalışmaları sırasında etik davranmadıkları ve etik kusur olduğu kanıtlarla sabit olaylarda etik kusur bulmadıkları da gözlenmektedir. Bu durum etik kurulların da etik davranmadıkları için şikâyet edilmeleri gibi trajikomik bir gereksinim ortaya çıkarmaktadır. Etik kurulların bile etik çalışmadığı kurumlarda sorunlarına çözüm bulamayan kişiler sorunlarını doğrudan yurt dışına taşıyarak ülkemizde üretilen bilim ve üniversitelerin güvenilirliğine ciddi darbeler vurmaktadır.

(Bilimsel Araştırma Etiği, http://www.ulakbim.gov.tr/cabim/vt/uvt/tip/sempozyum4/page19-26.pdf )

 

 

 

      4 – Bilimsel yayınlarda yalnızca nicelik üzerinde durma eğilimine son verilip, yapılan yayınların nitelik açısından da denetlenmesini sağlayacak yeni düzenlemeler yapılmalı ve yayın sayısını daha kabarık göstermek amacıyla başvurulan yineleme, dilimleme gibi etik kural ihlallerine müsamaha gösterilmemelidir.

 

      5 –  İhlal iddiasının asılsız ya da kasıtlı olduğunun kanıtlanması halinde ilgili kişi ya da kişilere uygulanacak cezai yaptırımlar saklı kalmak üzere, ihlal iddiaları geciktirilmeksizin inceletilmeli ve  ihlal iddiasında bulunan ya da bulunacakları baskı altına alacak uygulamalar kesinlikle önlenmelidir. İhlal iddialarının umursanmaması ya da iddialar yerine iddiacıların üzerine gidilmesi, konunun başka ortamlara taşınmasına  neden olmakta, bu da tartışmanın bilimselliğini ve kurumların güvenilirliğini olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Umursamaz ya da yanlı tutumlarıyla konunun olumsuz boyutlar kazanmasına meydan veren yöneticiler, meydana gelebilecek zararlardan sorumlu tutulmalıdır.

 

     6 – Herhangi bir kasıtla yapılmış olmasa bile, özensiz araştırma ya da donanımsız araştırma sonucu hatalı bilgiler içerdiği ve böylece bilimsel yanıltmaya neden olduğu ortaya çıkan bilimsel yayınlara “düzeltme” zorunluluğu getirilmeli ve böyle bir yayın, üniversite ve YÖK’ün yayınları arasında yer alıyorsa, düzeltme işlemi tamamlanıncaya kadar geri çekilmeli ya da en azından o yayınlara ilişkin bir “düzeltme”  yayınlanmalıdır. Aksi taktirde içerdiği yanlış bilgilerin sorumluluğunu yayınlayan kurum da paylaşmış olacaktır. Örneğin, buraya kadar açıklanan  koşullar içinde hazırlanmış yanlışlar içeren bir çok tez,   YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi Web sitesinde tüm dünyanın kullanımına sunulmaktadır. Onaylanmış olan ve YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi Web Sitesinden indirilmeye açık olan bir tezdeki hatalar  (onaylanmış bir doktora tezi olduğuna göre “doğrudur” diye düşünülerek) yarın başka “yüksek lisans” ve “doktora” tezlerine de taşınıp yaygınlaşacak olursa, yaygınlaşan yanlış bilgilerin sorumlusu kim olacaktır?  O yanlış bilgileri içeren tezi yazan mı, yöneten danışman mı, onaylayan jüri mi, yoksa web sayfasında onaylanmış bir “doktora” tezi olarak kullanıma açan YÖK’mü?.. YÖK Ulusal Tez Merkezinin Web sayfasından indirilen  bir “doktora” tezi de “doğruluğundan emin olunamayacak yayınlar” kategorisine sokulacak olursa,  bu güvensizlik aynıyla YÖK’e ve üniversitelere de yansımaz mı?  İnternet ortamında tüm dünyanın kullanımına sunulan söz konusu tezlerdeki hatalar ülkemizde üretilen bilim hakkında ne düşündürür?

 

      Bu nedenle   yanlışları saptanabilen tezler de yayından kaldırılıp yeniden “tez düzeltme aşamasına” alınmalı ve ancak içerdikleri hatalardan arındırılabildiği takdirde yeniden yayınlanmalıdır. Zira bir hatanın ya da yanlışın sürdürülmesi o hata ya da yanlışın yapılmış olmasından çok daha vahim bir durum olur.

       Bu konuyla ilgili olarak   Prof. Dr. Nezhun GÖREN şu uyarıyı yapmaktadır:

 

         Bilerek bilmeyerek hatalar yapılabilir ancak yapılan hatayı sürdürmemek, farkına varıldığı anda hatadan dönmek de bir erdemdir. Araştırma- Geliştirmeye devlet bütçesinden ayırılan kaynağın fevkalade düşük olduğu, güncel kitaplara ve bilimsel dergilere ulaşmanın hiç de kolay olmadığı Türkiye’nin bugünkü koşullarında kimseden Nobel Ödülü alması (!) beklenemez, ancak bilimin yolunda olmak ve bilim etiğine uygun hareket etmek gerekir. En korkunç olanı ise kişinin bilmediğini bilmemesi, farkında olmaması, hatasını asla kabule yanaşmaması, bir de üstelik haksızlığa uğradığına inanmasıdır. (http://www.aek.yildiz.edu.tr/yayin.htm)

 

 

      7 – Herhangi bir amaçla kasıtlı olarak yapılabilecek bilimsel yanıltmalar bir yana bırakılacak olursa, bilimsel araştırmalarda karşılaşılan hata ve ihlallerin bir çoğu, özensiz araştırma, donanımsız araştırma ya da etik kuralları yeterince bilmeme gibi nedenlerden kaynaklanmakta, fakat yapılışlarında kasıt bulunmayışı, neden oldukları “bilimsel yanıltma”yı ortadan kaldırmamaktadır.  Bu nedenle:

 

          a) Bilimsel bir araştırmada özensizlik ve dikkatsizlikiği hafife alabilecek yaklaşımlara izin verilmemeli, danışmanlar ve jüri üyeleri, inceleyip onayladıkları araştırmalarda daha sonra ortaya çıkacak hatalardan sorumlu tutulmalıdır. Bu sorumluluk bugünkü mevzuatta da bulunmakla birlikte gereği gibi uygulanmamakta ve dolayısıyla Prof. Dr. Osman İNCİ‘nin yukarıdaki saptamasında da belirtildiği üzere “Bilim jürileri noter gibi çalışabilmektedir”.

 

         b) Danışmanların kendi uzmanlık alanları dışındaki alanlarda araştırma yönetmesine ve jüri üyeliği yapmasına izin verilmemelidir. Bazı Bölüm ve ya Anabilim/Anasanat Dallarında yeterli sayıda ve düzeyde öğretim üyesi bulunmaması, o Bölüm ya da Anabilim Dalında hazırlanan tüm tezleri (uzmanlık alanıyla ilgili olsun ya da olmasın) genellikle  bir ya da bir kaç öğretim üyesinin yönetmesi gibi bir uygulamaya neden olmakta, bu öğretim üyelerinin (kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili olsun ya da olmasın) tüm jürilerde de görevlendirilmesi sonucu, araştırmacıların yapmış olduğu hatalar fark edilip düzeltilememektedir. Bu nedenle yeterli öğretim üyesinin bulunmadığı kurumlarda,  Yüksek Lisans ve Doktora öğrenimi açılmasına daha ihtiyatla yaklaşılmalı ve yeterli öğretim üyesine ulaşıncaya kadar  (getirebileceği tüm güçlüklere karşın) başka üniversitelerden yararlanma yolu  sürdürülmelidir.

 

         c) Üniversitelerde daha Lisans programından başlayarak “Bilimsel Araştırma Teknikleri” ağırlıklı bir ders olarak okutulmalı ve bu ders özellikle Yüksek Lisans öğreniminde daha ayrıntılı olarak işlenip, tüm öğrenciler bilimsel etik kuralları ve olası ihlaller konusunda bilgilendirilmelidir.

 

      B – Bireysel ve toplumsal bazda:

      Tepkisizliğe   ya da  umursamazlığa alıştırılmış toplumlar,  bu yaklaşımlarının bedelini çok ağır öderler. Bu nedenle toplumu ilgilendirebilecek hiç bir konuda “bana ne?” deme lüksümüzün olamayacağını unutmamalıyız. Toplumsal sorunlar karşısında “bana ne?” demekten çok daha kötüsü de, o sorunları önemseyen insana yöneltilen “sana ne?” sorusudur. Tepki göstermesi gerekenlerin “bana ne?” deyip sustuğu, tepki gösterenlerin ise “sana ne?” deyip susturulduğu bir toplumda hiç bir değer yerinde kalamaz ve hiç bir yanlış düzeltilemez.

     Yaşamımıza “atasözü” adı altında sokulan  “Gemisini kurtaran kaptan”, “Bal tutan parmağını yalar” türünden çıkarcılık ,  “Dilini tutmasını bilmeyenin dilini keserler” türünden korkaklık ve “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” “türünden yüzlerce ve belki de binlerce umursamazlık  telkini, daha çocukluk çağlarımızdan başlayarak adeta kültürel genlerimize yerleştirilmeye çalışılmakta, yaşam deneylerimizin de ne yazık ki bu sözleri doğrulaması sonucu, öz anne ve babaları tarafından çocuklarına aşılanan  birer atasözü kimliği kazanmaktadır. Bu tür telkinleri atasözü kabul edip, yaşamlarını bu gibi telkinler doğrultusunda düzenleyen bireyler ve o bireylerin oluşturduğu toplumlar çürümeye ve dağılmaya mahkumdur. Bu nedenle  bireylerin ve giderek tüm toplumun bu korkunç telkinlerin etkisinden kurtarılması ilk hedef olmalı, olsa olsa şeytanın sözleri olabilecek bu tehlikeli atasözleri, onları doğrulayacak olay ve davranışlardan kaçınmak suretiyle, toplum yaşamından mutlaka çıkarılmalıdır.  Birey olarak nasıl yaşamamız, nasıl davranmamız gerektiği gerçek ATA’mız aşağıya aynen aldığım sözlerinde açıklıkla belirtilmiştir. Bu sözlerin gerektirdiği ilkeli davranışlar (söz konusu davranış biçimi toplumun geneline yayılıncaya kadar) bireysel bazda çok ağır bedeller ödenmesine neden olabilir.  Bu uğurda ödenebilecek bedelleri ve çarptırılabilecek cezaları   bir “ödül” sayabilmek ve  gerektiğinde her şeyi kaybetmeyi göze alıp gerçeğin yanında yer almak, her türlü sıfat ve unvandan daha büyük olan “insan” olabilmenin ilk koşuludur.

      Söylenebilecek her şeyi en açık biçimde söylemiş olan yüce ATA’mızın sözlerine  hiç bir şey eklenemeyeceği ve o sözlerden sonra hiç bir şey söylenemeyeceği için, konuya ilişkin görüşleri derlemeyi amaçlayan bu yazıyı ATATÜRK’ün sözleriyle bitirmek istiyorum. Üzerinde bir kez daha düşünülmesi dileğiyle…

 

      13.04.2011 

      Adnan ATALAY

 

ATATÜRK diyor ki:

 

Büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin; hiç kimseyi aldatmayacaksın.

Ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin.

Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır, fakat sen buna karşı direneceksin.

Önüne sonsuz engeller de yığacaklardır. Kendini büyük değil, küçük, zayıf,araçsız,

hiç sayarak, kimseden yardım görmeyeceğine inanarak, bu engelleri aşacaksın.

Bundan sonra da sana büyük derlerse… bunu söyleyenlere güleceksin.