Hocam Fuat NİKSARLI’ya

Sevgili Hocam,

 

Saatlerdir bir oyana bir buyana dönüp durdum. Aklımda hep siz, yoluma tuttuğunuz ışık, en çaresiz, en kimsesiz günlerimde, üzerime güneş ışığı misali düşen aydınlığınız, emekleriniz… Bir türlü uyku tutmadı. Yataktan kalktım ve (eşimi uyandırmamak için) bilgisayarın ekran ışığında yazıyorum.

Size en son mektubu, Müzik Seminerine girdiğim 1967 yılında yazmıştım. O tarihte henüz 14 yaşımdaydım. Şimdi ikinci mektubu yazıyorum ve yaşım 58… Okullar bitti, öğretmenlik bitti, geleceğe dair  hayaller, ümitler, beklentiler bitti ve hatta adına “ömür” denen yolun büyük kısmı bitti, ama Size duyduğum minnet, Size duyduğum sevgi hiç bitmedi, hiç azalmadı.

Dinlediğim müzikten yediğim ekmeğe, oturduğum evden giydiğim gömleğe kadar, hayatımda ne varsa,  hepsinde Sizin  payınız var.

Mimarsinan İlköğretmen Okuluna yatılı öğrenci olarak geldiğimde henüz 11 yaşımdaydım ve çoğu arkadaşım gibi, ben de ilk kez yuvamdan ayrı bir yerlerdeydim. Ana yoktu, baba yoktu, kardeş yoktu yanımızda… Sokağa bırakılmış kedi yavruları gibi, kimsesiz ve çaresizdik… Gördüğümüz yüzler, yaşadığımız ortamlar, bir türlü alışamadığımız yemekler ve okulun verdiği giysiler, kısacası her şey çok farklı, çok yabancıydı… Arkadaşlarım görmesin diye tuvaletlerde ağlardım gizli gizli… En çok da, yemek üstüne tatlı olarak “üzüm hoşafı” çıktığı günler parçalanırdı körpe yüreğim.  Evimizde pek yapılmamasına rağmen nedendir bilmem, o kahrolası üzüm hoşafları bana hep evimi, annemi babamı hatırlatırdı…

 

İlk Köy Enstitüsü mezunlarından biri ve yıllarca “gezici başöğretmenlik” görevi yapmış olan babam, ilkokula erken gönderdiği ve ben de hiç sınıfta kalmadığım için, sanırım sınıfın en küçüğü, en çelimsiziydim. Öğretmenlerimden değil ama, sınıf arkadaşlarımdan  dayak yerdim. Yaşadığım ortam tam bir azaptı…  İşte o azap ortasında, yaşamımıza bir güneş ışığı gibi düştü varlığınız… Daha ilk müzik dersinde, merhem sürülmüş gibi dindiğini hissettik küçücük yüreklerimizdeki yaraların… Bir ana, bir baba oldunuz bizlere… “Müzik” denilen dili tadıp sevdik piyanonuzda…

 

Ders dışındaki saatlerinizi bizlere ayırıp çalıştırdınız. Bir süre sonra aynı okula “müzik öğretmeni” olarak gelen sevgili  Ali Rıza AKYOL öğretmenimiz de tüm desteğini verdi bu çalışmalara ve Sizlerin sayesinde grup halinde gidip kazandık Müzik Semineri sınavını. Ve sizin geçtiğiniz yollardan geçerek geldik bu günlere… Geçtik geçmesine ama, Sizlerin gönüllerimizde bıraktığınız izleri bırakabildiğimizi hiç sanıyorum… Sizde “Köy Enstitüsü”,”Öğretmen Okulu” geleneği vardı, biz o geleneğin giderek kaybolduğu yıllarda sürdürmek zorunda kaldık emanetinizi… ve beni bağışlayın hocam sürdüremedik. En azından gereği gibi sürdüremedik, buna izin vermediler ya da  gücümüz yetmedi…  Toplumun, gördüğü  her ışığı yangın zannedip söndürmeye kalktığı, bu yüzden de küçük insanların büyük gölgeler bırakabildiği bir ortamda başka ne yapılabilirdi ki…

 

Bu  karamsar tablo içinde, içime huzur veren tek şey varsa, o da, Sizleri örnek alıp girdiğimiz sınıflardaki öğrencilerimizin duyarlılığı… BİR NESİL GELİYOR HOCAM !  İlk bakışta, (ya da baktığını göremeyenlerin bakışıyla) duyarsız gibi görünen, ama doğruya, güzele, iyiye hasret bir nesil geliyor… Ve umarım o nesil bizim beceremediklerimizi becerip ülkülerinizi yaşatacak.

 

Bir tohum düşer toprağa,

Çillenir, filizlenir, büyür, serpilir.

Ondan yeni tohumlar düşer toprağa,

Ve… birileri bilmez de küçücük  tohumun içindeki evreni,

Yok edebildiklerini sanıp sevinir…

 

O güzel, o emektar ellerinizden öpüyorum Hocam. Ruhumuza işlediğiniz idealler, bizleri bir gece yarısı yatağımızdan kaldırdığı gibi, inanıyorum ki, daha çok kişiyi uykusundan edecek ve en azından düşündürecektir… Ve Siz… adını hiç bilmediğiniz, adınızı hiç bilmeyen yüzlerce, binlerce, milyonlarca gönülde bir meşale misali yanmayı sürdüreceksiniz… ATA’mızdan alıp aktardığınız ışığın hiç sönmemesi dileğiyle o güzel, o emektar ellerinizden minnetle öperim.

 

10 Şubat 2011

Adnan ATALAY