BELGELERLE ORANSAY GERÇEĞİ

Belgeleriyle birlikte 300 küsur sayfayı bulan bu yazı, hakkımızdaki ima ve ithamlara yönelik bir savunma yazısıdır ve yazıda konu edilen Prof.Dr. Gültekin Oransay ne yazık ki hayatta değildir. Bu nedenle hayatta olmayan bir insan hakkında yazmak zorunda bırakıldığım bu yazının tek yönlü bir açıklama niteliğinde olduğu, sunacağım her belge ve yapacağım her açıklamaya karşılık, bugün hayatta olsa, merhum Oransay’ın da cevaplarının olabileceği ve karşı belgeler ortaya koyma olasılığının bulunduğu unutulmamalıdır. Yapmak zorunda bırakıldığım açıklama ve paylaşmak zorunda bırakıldığım belgelerin bu bilinç içinde değerlendirilmesini diliyor takdiri kamuoyuna bırakıyorum. Saygılarımla.

Ön söz

Prof. Dr. Gültekin Oransay’ın, 1983 yılında, üniversiteden ve kamu görevinden uzaklaştırılmasıyla ilgili olarak (sağlığında ne kendisi, ne de bir başkası tarafından hiçbir açıklama yapılmamış olmasına karşın) 1989 yılında vuku bulan vefatından sonra, konu hakkında bilgi ve belge sahibi olmadıkları anlaşılan kişilerce çeşitli açıklamalar yapılmaya başlandı. Genellikle “kişisel görüş”,   yer yer de “dedikodu” niteliğinde olan söz konusu açıklamalarda, gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan değerlendirmeler ve hatta (isim verilmeden yapılmış bir takım imalarla) şahıslarımıza yönelik bazı ithamlar da yapılmış olmasına rağmen, olayla ilgili her türlü bilgi ve belgeye sahip olan bizler, (hayatta olmayan bir insanla ilgili bilgi ve belgelerin ortalığa saçılmasını istemediğimiz için) bütün bu açıklamaları sabırla karşılayıp cevap vermedik.  Ancak, insani değerlerle sürdürmeye çalıştığımız suskunluğumuzun, “suçluluğumuzdan” kaynaklandığını zannettikleri anlaşılan bazı kişiler, kendi “zanlarından” aldıkları cesaretle olsa gerek, işi hakaret boyutuna kadar götürüp “iç mihrak”, “hain”, “maşa”  gibi sözcüklere bile cür’et edebildiler.

Bizler (Kumru CANKU ve ben), şahıslarımızla birlikte, bugün hayatta olmayan asistan arkadaşımız Yaşar DORUK ve (soyadı sırasıyla) Nurhan CANGAL, Edip GÜNAY, Muzaffer GÜRGÜNEŞ, Fehamettin ÖZGÜÇ  gibi birbirinden değerli hocalarımızı da hedef alan bu düzeysizliklere daha fazla katlanmak zorunda değiliz.

Gerçeklerin ortaya konulması, rahmetli hocalarımıza karşı da kaçınılmaz bir görev haline geldiğinden 39 yıldır özenle sürdürdüğümüz suskunluğu bozuyor ve Oransay  gerçeğini belgeleriyle birlikte açıklıyorum. Yapacağım açıklama ve sunacağım belgeleri okuyup inceleyen herkes,  gerçeğin ne olduğunu görecek ve  Oransay’ın kendi eylemlerinden dolayı değil de Bölümdeki bazı öğretim elemanlarının ‘iftiraları’  sonucu görevden alındığı” algısı oluşturmaya çalışanların maskeleri düşecektir.

NOT  : Yapacağım açıklamalar ve sunacağım belgelerde, o süreç içinde toplayıp özenle sakladığımız belgeler, resmi yazışmalar ve süreç boyunca günü gününe tuttuğumuz günlükler kaynak olarak kullanılacaktır. (Günlüklerin kullanımı, 40 yıl önce yaşanmış olaylara ilişkin tarih, gün, isim ve konuşmaları hatırlamamızı sağlamakla sınırlı olup tüm açıklamalar belgeler üzerinde sürdürülecektir.)

İ Ç İ N D E K İ L E R
(İstediğiniz başlığı tıklayarak, ilgili konuya anında ulaşabilirsiniz)
Önsöz  
Önaçıklama
I. BÖLÜM : ORANSAY HAKKINDAKİ İLK SORUŞTURMALARIN BAŞLANGICI, SORUŞTURULAN KONULAR, YAPILAN İDARİ VE ADLİ İŞLEMLER
1 – Oransay’ı kim, nereye, hangi yöntemle şikayet etmişti?
2 – Şikayet dilekçemin konusu neydi?
3 – Oransay’la ilgili soruşturmalarda kimler nerede yer aldı?
4 – Bölümdeki toplam on bir öğretim elemanından yedisiyle ortak olarak verdiğimiz mücadeleyi hangi ilkeler çerçevesinde sürdürdük?
5 – Oransay’la ilgili soruşturmalar hangi makamlarca yapıldı ve sonuçları ne oldu?
5.1. Sıkıyönetim Komutanlığınca yapılan soruşturma
5.2. Üniversitece yürütülen soruşturmalar 
5.3.  Adli yargılama 
II. BÖLÜM : ORANSAY TARAFINDAN İŞLENDİĞİ SAPTANAN SUÇLARA İLİŞKİN AYRINTILI AÇIKLAMALAR VE BELGELER
1 – Emrindeki asistanı öğrenci not çizelgelerinde tahrifat yapmaya zorlamak
2 – Dernek gelirlerini zimmetine geçirmek
3 – Bölümde Dernek adına çay ocağı işletip gelirlerini zimmetine geçirmek
4 – Bir günlük “çevre gezisini” bir hafta sürmüş “derleme gezisi” gibi gösterip, geziye katılan herkese birer haftalık harcırah tahakkuk ettirmek ve ilgili personele Dernek adına çektirip topladığı biner liraları zimmetine geçirmek
5 –Hayali fatura düzenlemek 
6 – Halit Recep Arman Kitaplığı Yolsuzluğu
7 –Yüksek Lisans Yolsuzluğu
8 –Lisans Öğretiminde Yolsuzluk
8.1 – Öğrenci notlarını Dekanlık Öğrenci işleri Bürosuna 3 yıl boyunca göndermeyerek resmiyet kazanmasını engelleyip sonradan değiştirilip tahrif edilebilir halde tutulmalarına ve bir kısmının kaybolmasına yol açmak
8.2 – Lisans derslerinden bir çoğunun asistanlar tarafından okutulması 
9 – Yönetimindeki personele mobbing uygulamak
9.1 – Yönetimindeki personeli,  aşırı gözetleme, mali külfet yükleme ve yasal olmayan emirler verme yoluyla taciz etmek
9.2 – Yasal olmayan emirlerle, Yönetimindeki öğretim elemanlarının öğrencileriyle ders dışında konuşabilmesini ve kendisi tarafından belirlenmiş (!) müzik terimleri dışında terim kullanmasını yasaklamak
9.3 –  Kendisini şikayet etmiş olan öğretim elemanlarına, sürekli olarak angarya görevler verip yıldırmaya çalışmak ve verilen sürede yerine getirilip teslim edilmiş görevlerin “niçin yerine getirilmediğini” soran gerçek dışı yazılar göndermek suretiyle,  ilgili elemanları suçlayabilecek belgeler oluşturmaya çalışmak
9.4 –  Yazılı görevlendirmelerde tebligat oyunları yapıp iş teslimi için verilen süreyi kısaltmak
9.5 – Kendisini şikayet eden iki asistanın/araştırma görevlisinin görevlerine, sözleşme süreleri dolmadan son verdirmek
III . BÖLÜM: “AMA” SÖZCÜĞÜNÜN ARDINDAKİ ORANSAY
1 – Oransay’ın müzik eğitimi
2 – Oransay’ın bilim insanı yönü
2.1 – Ahmed Adnan Saygun ve Necil Kazım Akses konusunda daha önce verdiği bilgileri, aralarında yaşanan bir sürtüşmeden sonra tamamen değiştirip akıllara durgunluk verecek bir A.A. Saygun ve N.K. Akses biyografisi vermek
2.2 – Atatürk’ün Türk müziğine ilişkin bir sözünü, yazdığı kitaplarda birbirinin tam tersi sayılabilecek iki ayrı  biçimde vermek
2.3 – Bazı kitaplarında, yararlandığı kaynaklara bilimsel usullere uygun biçimde gerekli atıfları yapmamak ve kaynak göstermemek suretiyle,  başkalarının fikir, veri, eser ve yayınlarını kısmen veya tamamen kendisine aitmiş gibi görünmesine neden olup  “intihal/Aşırma (Plagiarism)” hatasına düşmek 
3 – Oransay’ın eleştiri üslubu 
IV. BÖLÜM:   ORANSAY’IN GÖREVDEN ALINMASI İLE İLGİLİ YAZILAR
Son söz  
Ekler 
Ön açıklama

Dört bölümden oluşan bu yazıda, müzik çevrelerince merak edilen aşağıdaki soruların cevapları verilip I. Bölümde madde madde özetlenecek olan olaylar, II, III. ve IV.  Bölümlerde belgeleriyle açıklanacaktır.

1 – Oransay’ı kim nereye, niçin ve hangi yöntemle şikayet etmiştir?

2 – Oransay’la ilgili suçlamalar nelerdi?

2 – Aynı Bölümde görev yapan ve  Yök yasasıyla daimi statüden çıkarılıp “sözleşmeli personel” haline getirildikleri için sözleşmelerinin yenilenip yenilenmemesi, doğrudan doğruya  Bölüm Başkanının kararına bağlı olan öteki asistan ve öğretim görevlilerinin büyük çoğunluğu, yapılan şikayete destek verip,  aynı anda taşıdığı “Profesör” , “Bölüm Başkanı” gibi unvanlar ve bu unvanların verdiği güçle kurucusu olduğu Bölümün tek ve mutlak hakimi olan Oransay gibi güçlü bir figüre (kendi geleceklerini de karartacağını bile bile) niçin karşı çıkmıştır?

3 – Oransayla ilgili soruşturmalar hangi merciler tarafından sürdürülmüş ve “görevden çıkarma” kararını hangi kurum vermiştir?

4 – “Hakkında açılan tüm davaları kazandığı halde 1402 sayılı Sıkı Yönetim Yasasıyla görevden alındığı” iddiası doğru mudur?

5 – “Görevden çıkarıldıktan sonra suçsuz olduğu anlaşılıp kendisinden özür dilendiği fakat gurur meselesi yaptığı için görevine dönmediği” iddiası doğru mudur?

6 – Oransay’ın müzik eğitimi konusunda verilen bilgiler ve  Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon Bölümü Yüksek Devresinden mezun olduğu yolundaki beyanlar doğru mudur?

 7 – Oransay nasıl bir bilim insanı, nasıl bir idareci, nasıl bir hocaydı?

8 – “ama” sözcüğünün ardındaki Oransay

9 – Oransay hakkında yazılanlar

I. BÖLÜM

ORANSAY HAKKINDAKİ İLK SORUŞTURMALARIN BAŞLANGICI, SORUŞTURULAN KONULAR, YAPILAN İDARİ VE ADLİ İŞLEMLER

Bu bölümde, bugünkü müzik çevrelerinin merak ettiği sorular kısaca cevaplanarak, 40 yıl önce yaşanan olayların genel bir özeti yapılıp her bir soruyla ilgili açıklama ve belgeler II. Bölümde sunulacaktır.

1 – Oransay’ı kim, nereye, hangi yöntemle şikayet etmişti?

Oransay’la ilgili soruşturmalar  (bazı facebook sayfaları ve yanlışlarla dolu yayınlarda ima edildiği gibi “Bölümdeki birilerinin  iftiralarıyla” ya da  “gizli ihbarlarıyla”  değil),  altına açık ismimi ve imzamı koyarak verdiğim 5 Mayıs 1981 tarihli şikayet dilekçemle başladı.

12 Eylül Askerî Darbesinden 8 ay sonraya rastlayan, tüm kurumların Sıkıyönetim Komutanlıklarına bağlanmış olduğu, Belediye Başkanlıklarını bile Sıkıyönetim Komutanlığınca atanmış subayların devraldığı o dönemde, baş vurabileceğim tek makam Sıkıyönetim Komutanlığı olduğu için,  şikayet dilekçemi 5 Mayıs 1981 Salı günü ekleriyle birlikte, Üniversitemiz ve Bölümümüzün bağlı olduğu Bornova’daki,  57. Tugay ve Tali Bölge Sıkıyönetim Komutanlığına verdim. Gerçi o dönemde şikayetimi kendi Dekanlığımıza yapma gibi bir seçeneğim de vardı ama, (ileride belgeleriyle ortaya koyacağım üzere) şikayetlerim, bazı yönleriyle Dekanlığı ve Üniversite Yönetimini de kapsadığından “kendilerini kendilerine şikayet etme” anlamına gelecek böyle bir girişimin akıbetini tahmin etmek zor olmadığı için bu yolu tercih etmedim ve ilerleyen süreç ne kadar haklı olduğumu gösterdi…

2 – Şikayet dilekçemin konusu neydi?

12 Eylül Askeri Darbesiyle ülke yönetimine el koyan Millî Güvenlik Konseyi kararları ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası ile, özellikle sol görüşlü olduğu bilinen ya da kimliği belirsiz muhbirlerce “sol görüşlü olduğu” ihbar edilen, aralarında 71 üniversiteden 38 profesör, 25 doçent ve  10 yardımcı doçentin bulunduğu 4891 Kamu Personeli görevden alınmıştı. (1402 sayılı yasayla görevden alınmanın getireceği “mimlenmeyi” istemedikleri için, kendi kararlarıyla istifa edip ayrılanlarla birlikte, bu sayının 20 binlere ulaştığı söylenir.)  Genellikle hiçbir suçu olmayan ve kamuoyunda “1402’likler” olarak adlandırılan o değerli insanların büyük çoğunluğu, bu uygulama karşısında İl İdare Mahkemelerine dava açıp kazandılar ve (o dönemde Mahkemelerce verilmiş kararlar Sıkıyönetim Komutanlıklarınca da derhal yerine getirildiğinden) görevde olmadıkları süre içinde alamamış oldukları maaşları da kendilerine ödenerek görevlerine iade edildiler. Görevlerine iade edildikten sonra da “akademik kariyer” vb. konularda epeyce mağduriyet yaşamalarına karşın, en azından suçsuzlukları kanıtlanıp itibarları iade edilmiş oldu…

Vefatından sonraki mesnetsiz yayınlarda, Oransay’ın görevden alınışını bu uygulamaya bağlayıp (!), onu da “1402’likler” arasında göstererek  “mağduriyet algısı” oluşturmaya çalışanlar, “1402  sayılı yasayla görevden alındı”  türünden beyanlarda bulunabilmekteyse de, gerçekle hiçbir alakası olmayan bu tür beyanların aksine,  Oransay’ın görevden alınmasının 1402 mağdurlarıyla hiçbir ilişkisi yoktu.  Çalıştıkları kurumlardan gruplar halinde uzaklaştırılan 1402 mağdurları,  “solcu” (ender olarak da “sağcı”) olarak tanınan ya da kimliği belirsiz muhbirlerce “oldukları”  ihbar edilen kişilerden oluşuyordu, oysa 14 Mart 1983’te münferit olarak görevden alınan Oransay’ın, ne solculukla ne de sağcılıkla hiç bir ilişkisi olmadığı gibi, hakkında o yolda tek bir itham da olmadı. Oransay, solculuk sağcılık iddiası ya da ihbarından dolayı değil, her biri ayrı bir “görevden alma” nedeni olan aşağıdaki suçlamalara ilişkin soruşturmalar sonucu  YÖK tarafından  görevden alındı.

1 – Emrinde çalışan asistanı (o bendim), daha önceki yıllarda başarısızlıktan “kalmış” bazı öğrencileri, not çizelgelerinde tahrifat yaparak “geçmiş” gibi göstermeye zorlamak,

2 – Bölümü kalkındırma gerekçesiyle kurduğu ve başkanı olduğu Ege Küğ Derneği’nde yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerin hiç birini yerine getirmeyip tutulması gereken defterleri tutmayarak kayıt dışında bıraktığı Dernek gelirlerini zimmetine geçirmek,

3 –  Zimmetine geçirdiği, çoğunluğu bağış yoluyla gelen Dernek gelirleri için, Dernekte hiç bir kaydı bulunmayan sahte alıntı makbuzları ve naylon faturalar düzenlemek,

4 –  İzmir Kemal Paşa İlçesinin Savanda Köyüne yapılan bir günlükhafta sonu gezisini”, bir hafta sürmüşderleme gezisi” gibi gösterip geziye katılan tüm personele (Ege Küğ Derneği’ne bağışlamaları için) birer haftalık yolluk-yevmiye tahakkuk ettirmek ve  Dernek adına onlardan topladığı söz konusu paraları zimmetine geçirmek,

5 – Bölüm için  satın alınıp parası Rektörlükçe ödenmiş Halit Recep Arman Kitaplığına ait tüm kitapları kendi kütüphanesine götürüp Halit Recep Arman’a gönderilmek üzere Rektörlükten kendisine teslim edilen  parayı da, Halit Recep Arman’a  göndermeyip zimmetine geçirerek kendi adıyla birlikte üniversitenin adına da gölge düşürmek.

6 – Bölüm Başkanı olarak Öğrenci İşleri Bürosuna gönderilmesini sağlamakla yükümlü olduğu Lisans öğrenci notlarını 3 yıl, Yüksek Lisans öğrenci notlarını ise 3 yarıyıl boyunca göndermeyerek, notları her an değiştirilebilir halde tutup, bazı asistanların başarıyla tamamladıkları 4 yarıyıllık Yüksek Lisans öğrenimlerinin yanmasına neden olmak,

7 – Konusu suç teşkil eden emirlerini yerine getirmeyi reddedip kendisine karşı çıkan, işlediği suçları yetkili makamlara bildirip şikayetçi olan ya da tanıklık eden öğretim elemanlarını şikayetlerinden vazgeçirerek “iftiraya uğramış” algısı yaratabilmek amacıyla, (taşıdığı Bölüm Başkanlığı yetkilerini kötüye kullanıp alenen ve sürekli mobbing uygulamak, denediği mobbing uygulamalarından da sonuç alamayınca keyfi bir kararla iki kişinin görevine son verdirmeye kalkışmak.

3 – Oransay’la ilgili soruşturmalarda kimler nerede yer aldı?

Oransay’la ilgili soruşturmalar benim dilekçemle başlamış olmakla birlikte, soruşturma ve mücadele sürecinde yalnız değildim. Bölümde işlenen suçları zaten fark etmeye başlamış olup şikayetimde haklı olduğumu gören (soyadı sırasıyla) Öğretim  Görevlilerimiz Nurhan CANGAL,  Dr. Edip Günay, Muzaffer GÜRGÜNEŞ,  Fehamettin ÖZGÜÇ  ile  Asistan arkadaşlarımız KUMRU CANKU’ ve Yaşar DORUK da benim yanımda yer aldı.

Oransay’a karşı birlikte mücadele verdiğimiz hocalarımız Nurhan Cangal, Dr. Edip Günay, Muzaffer Gürgüneş ve Fehamettin Özgüç  ile asistan arkadaşımız Yaşar Doruk rahmetli oldular. Böylece o yedi kişiden geriye yalnızca, asistan arkadaşımız Kumru Canku ve ben kaldık.  Bizler de Oransay’ın “asistanlık” teklifini kabul etmekle heder ettiğimiz 40 küsur yıllık bir geçmişi gerilerde bırakıp yolun sonuna yaklaştığımız için 40 yıl önce kanıtlanıp gereği yapılmış olayları bir kez daha kanıtlayıp kendimizi ve rahmetli mücadele arkadaşlarımızı zan altında bırakacak mesnetsiz iddia ve imaları, geldikleri yere iade görevi de yine bizlere düştü.

4 – Bölümdeki toplam on bir öğretim elemanından yedisiyle ortak olarak verdiğimiz mücadeleyi hangi ilkeler çerçevesinde sürdürdük?

Bölümdeki “tek profesör”, “Bölüm Başkanı” ve (1980 güz dönemine kadar)  “Dekan Yardımcısı” gibi unvanlara da sahip olan Oransay gibi güçlü bir figüre karşı girmek zorunda kaldığımız mücadelenin yalnızca Oransay’la sınırlı kalmayacağını, Fakülte Yönetim Kurulu, Dekanlık ve Üniversite Yönetiminin yanı sıra Oransay yandaşlarını da karşımızda bulacağımızı bildiğimiz gibi, “öğretim görevlileri”  ve “asistanların” hiç bir ağırlığının olmadığı bir camiada, ne kadar güçsüz ve korumasız olduğumuzun bilincindeydik. Bu nedenle çok sağlam ve dikkatli bir mücadele sürdürmeye mecbur değil mahkumduk. Kader birliği yapmış yedi kişi birlikte düşünüp mücadele ilkelerimizi tek tek saptadık ve sonuna kadar azimle uyguladık. Konumlarımızın zayıflığını esas alarak saptadığımız ilkeler şunlardı:

1 – Oransay ve çevresindekilerle hiçbir diyaloğa (konuşma, tartışma vb.) girmemek ve hatta göz teması bile kurmamak,

2 – Oransay’la  Bölüm Başkanımız olması münasebetiyle kurmak zorunda kalacağımız her türlü ilişkiyi yazılı düzeyde (dilekçe, tutanak vb.) sürdürüp sözlü diyalogdan kesinlikle kaçınmak,

3 – Karşılaşabileceğimiz haksızlıkların boyutu ne olursa olsun, bireysel tepki vermeyip hakkımızı daima (yazılı beyan yöntemiyle) üst makamlarda aramak, yapılabilcek tahrikler karşısında olabildiğince sakin kalmak.  

4 – Oransay’ın taşıdığı “Bölüm Başkanı” sıfatını kendisinden ayrı tutup Bölüm Başkanlığına verdiğimiz dilekçe ve yazılı beyanlardan daima saygılı bir dil kullanmak,

5 – Bölümde yaşanan olaylar hakkında grubumuz dışındaki kişilerle hiçbir şey konuşup paylaşmamak,

6 – Bizlerden gelebilecek en küçük bir yalan, en küçük bir gizleme bile, ileride “tüm iddialarımızın gerçek dışı olabileceği” kuşkusuna neden olacağından, alet edildiğimiz harcırah yolsuzluğu vb. olaylar ya da yapabileceğimiz hatalar konusunda  asla yalan söylemeyip (bedeli ne olursa olsun) her şeyi açıkça ortaya koymak.

7 – Ortaya çıkardığımız gerçekleri, bizleri suçlayarak gölgelemeye çalışanların eline koz vermemek için mesai saatlerine ve (görev alanımızla ilgili olsun ya da olmasın) konusu suç teşkil etmeyen her türlü görevi belirtilen sürede yerine getirmeye her zamankinden daha fazla özen göstermek,

8 – Bölüm Başkanlığına ve öteki makamlara verdiğimiz her türlü dilekçe, beyan ya da ifadenin onaylanmış bir sureti ile onlardan gelecek her türlü yazıyı dosyalayıp (her an ortaya koyabilecek biçimde özenle saklamak) ve uğrayabileceğimiz herhangi bir iftira durumunda, nerede, kimlerle beraber olduğumuzu, neler konuşulduğunu hatırlayıp kendimizi savunabilmemiz için her şeyi günü gününe not edeceğimiz çok muntazam günlükler tutup saklamak.

9 – Sekizinci madde gereğince hazırlanacak dosyaları ve günlükleri, yıllar sonra ortaya atılabilecek gerçek dışı iddialara karşı ömür boyu muhafaza etmek.

5Oransay’la ilgili soruşturmalar hangi makamlarca yapıldı ve sonuçları ne oldu?
5.1. Sıkıyönetim Komutanlığınca yapılan soruşturma

Oransay’la ilgili ilk tahkikatlar, Bornova Tali Bölge Sıkıyönetim  Komutanlığına verdiğim, 5 ve 7  Mayıs 1981 tarihli şikayet dilekçelerinde belirttiğim konuların araştırılması amacıyla, anılan Komutanlıkça yapılmıştır.

Bu tahkikatlarda saptanan “Dernek gelirleri yolsuzluğu”  ile “Lisans ve Yüksek Lisans derslerine ilişkin ihlaller”, daha çok siyasi suçlar ve kimlikler üzerinde yoğunlaşan  Sıkıyönetim Komutanlıklarının ilgi alanına girmediği için,  Komutanlıkça hazırlanan tahkikat raporları, aynı ay içinde (26 Mayıs 1981 Salı günü) ,  “gereği için”  Ege Üniversitesi Rektörlüğüne devredildi. Bu nedenle Oransay’la ilgili soruşturmalarda Sıkıyönetim Komutanlığının rolü, baskın bir denetimle suç delillerini saptadıktan sonra, gereği için Rektörlük Makamına devretmek ve devrettiği dosyanın akıbeti ya da Sıkıyönetim Komutanlığına yapmak zorunda kaldığımız yeni başvurularla ilgili olarak, zaman zaman Rektörlük ile Sıkıyönetim Komutanlığı arasında yapılan yazışmalardan ibaret olmuştur.  Dolayısyla “Oransay’ın 1402 sayılı yasayla Sıkı Yönetim tarafından görevden alındığı” iddiasının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Zira Oransay, üniversite ve YÖK bünyesinde iki yıl süren soruşturma ve incelemeler sonucunda, 14 Mart 1983 tarihinde (yani Sıkı Yönetim Komutanlığının  devre dışı kalmasından tam iki yıl sonra) Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği’nin 11. maddesi uyarınca YÖK tarafından görevden alınmıştır.  

5.2. Üniversitece yürütülen soruşturmalar 

5 ve 7 Mayıs 1981 tarihli yazılı şikayetlerim konusunda, Sıkıyönetim Komutanlığınca 11 Mayıs 1981 Pazartesi günü başlatılan tahkikatlar 15 gün içinde tamamlanıp hazırlanan soruşturma dosyası 26 Mayıs 1981 Salı günü gereği için Üniversiteye devredildi.

Üniversiteye devredilen soruşturmalar, (II. Bölümde belgelerini de göreceğiniz üzere) sürekli olarak değişen yasalar ve emirlerin de etkisiyle bir makamdan ötekine devredilip uzatıldı ve özellikle Oransay’ın da üyesi bulunduğu Fakülte Yönetim Kurulunca sürdürülenler, Oransay’ı bırakıp bizlere açılan karşı soruşturmalara dönüştü. “Fakültenin onurunu koruma” , “Üniversitenin onurunu koruma” gibi yaklaşımların, “gerçeği ortaya çıkarma” yaklaşımının önüne geçtiği ve hatta, bazı öğretim üyelerinin “Bugün iki asistanın bir profesörü yemesine izin verirsek, yarın aynı şeyi bizim asistanlarımız da bize yapar, onun için bu iki asistana dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğiz, ibret-i âlem olsun”  türünden beyanlarda bulunduğuna ilişkin söylentilerin ortalarda dolaştığı iki yıl boyunca, çok ağır “mobbing uygulamalarına”, hakkımızda ardı ardına açılan “soruşturmalara”, “görev yerlerimizin değiştirilmesi”, çeşitli sürelerle “maaşsız görevden uzaklaştırma” ve hatta keyfi kararlarla “görevden çıkarma” gibi baskılara ve cezalandırma girişimlerine maruz bırakıldık. Ama yılmayıp yaptığımız savunmalarla hepsinden aklanıp en küçük bir ceza almadığımız gibi, yaşanan tüm olayları, ardı ardına sunduğumuz yüzlerce sayfalık dilekçe ve raporlarla üst makamlara taşıdık ve benim ifademin de alındığı YÖK tarafından başlatılan son soruşturmalar, Oransay’ın görevden alınmasıyla sonuçlandı.

5.3.  Adli yargılama

Oransayla ilgili olarak Üniversitece yürütülen ve “lüzum-u muhakeme” kararı verilerek Savcılığa sevk edilen (Yüksek Lisans not çizelgeleri vb.) konulara ilişkin savcılık mütalaası doğrultusunda, “Görevi kötüye kullanma” suçlamasından mahkeme süreci de başlatılmış olmakla birlikte, üniversitece sürdürülen idari soruşturmalardan  “görevini kötüye kullandığını” gösteren bir kararın henüz çıkmamış olması mahkemeye gönderilen iddialarımızı desteksiz bıraktığı için, birkaç celselik yargılama süreci “görevi kötüye kullandığını gösteren yeterli delil bulunmadığı” yolunda bir kararla sonlandı. Bu durumda, Oransay’ın da, hakkında onca suçlamada bulunmuş ve duruşmalara “müşteki” sıfatıyla katılıp iddialarını sürdürmüş olan şahsım hakkında “iftira davası” açması gerekirdi ama olayın bir an önce kapanmasını istediği için mi, yoksa “ savunma hakkımızı kullanarak elimizdeki tüm belgeleri sunabilme olanağı bulacağımız yeni bir mahkeme sürecini göze alamadığından mıdır” bilinmez (!), herhangi bir dava açma girişiminde bulunmadı… 

Belki, “Elinizde madem daha fazla belge vardı, hazır açılmış davada niçin sunmadınız? diyen olabilir ama,  duruşmalarda,  hiçbir tanık ya da müştekinin, Hakim tarafından sorulan soruları “en kısa biçimde cevaplama” dışında  görüş belirtip, iddianamede yer almayan yeni suçlama ve belgeler sunamayacağını, mahkeme süreçleri konusunda biraz deneyimi olan herkes bilir.

Oransay’ın üniversite öğretim üyeliği ve kamu görevinden çıkarılmasıyla ilgili en büyük çarpıtma, hakkında açılan adli yargılamalardan beraat etmiş olması üzerinden yapılmakta ve “Hakkında açılan tüm davalardan aklanmasına rağmen 1402 sayılı yasayla Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından görevden alındı”  biçimindeki bir ifade, (taşıdığı açık mantıksızlığa dikkat etme gereği bile duyulmaksızın) yazıdan yazıya kopyalanıp yaygınlaştırılmaktadır.  Oysa (görevden uzaklaştırma kararının 1402 sayılı yasayla Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından değil, 2547 sayılı yasayla YÖK tarafından verilmiş olması gerçeği bir yana) Devlet Memurlarıyla ilgili disiplin soruşturmaları konusunda bir nebze olsun bilgisi olan herkes, “görevden çıkarma” kararlarının “adli” değil “idari” kararlar olduğunu bilir…  Ayrıca, CMK m.223/2 ye göre verilen beraat kararları, “sanık hakkında cezaya hükmolunmaması” neticesini doğuran bir karar çeşidi olduğundan, “sanığın isnat edilen suçu işlemediğinin kesin olarak saptanmış  olması” anlamına gelmez.  Çünkü  isnad edilen suçu işleyip işlemediğinin saptanamaması da beraat nedeni olur. Dolayısıyla her beraat kararını, halk arasındaki ifadeyle “aklanma” olarak niteleyip “isnat edilen suçları işlemediğinin kanıtlanmış olması” gibi sunmaya  çalışmanın yersizliği bir yana, adli ceza kararları  hapis ya da para cezalarıyla ilgili olduğundan,  “görevden uzaklaştırma kararları” mahkemelerin değil, idarenin yetki alanına girer ve mahkemeden beraat kararı alınmış olması, disiplin soruşturmasını bağlamaz. Çünkü disiplin soruşturmaları,  kurumların kendi yasa ve yönetmeliklerine göre sürdürülen işlemlerdir. Dolayısıyla,  “mahkemelerde beraat etmiş olmasına rağmen” argümanıyla idarenin verdiği “görevden çıkarma” kararını “haksız” göstermeye çalışan beyanlar, adli kararlarla idari kararlar arasındaki farkı bilmemenin ya da kafa karışıklığı yaratıp konuyu çarpıtmaya çalışmanın itirafından başka bir şey değildir. 

“Görevden çıkarma” gibi ağır disiplin cezaları,  ancak ilgilinin savunması Yüksek Disiplin Kurulunda değerlendirildikten sonra kesinleşebilen ve Anayasa’nın 205. maddesi uyarınca “yargıya itiraz yolu açık” olan kararlardır. Dolayısıyla Oransay da bu hakkını sonuna kadar kullanıp hakkındaki kararı yargıya taşıyabilir  ve karar “yersiz” görülürse bozdurup görevine dönebilirdi.  Ama böyle bir şey duymadık. YÖK tarafından verilmiş “görevden çıkarma” kararını, Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından verilmiş bir karar gibi gösterme çabalarının da  “Sıkıyönetim kararı olduğu için itiraz edemedi ya da bozduramadı” imajı yaratma amaçlı olduğunu sanıyorum. Oysa o dönemleri yaşayan herkes, Sıkıyönetim Komutanlıklarınca görevden alınan yüzlerce  insanın  (öyle yüksek mahkemeler de gerekmeksizin) bulundukları illerdeki İl İdare Mahkemelerine başvurup (haklarındaki karar haksız bulunursa) bozdurabildiklerini ve o güne kadar alamadıkları maaşlarını da topluca alarak görevlerine iade edildiklerini çok iyi bilir.

Buraya kadar yaptığım kısa açıklamalarla,  40 yıl önce yaşanmış karmaşık olayların genel bir çerçevesini çizmeye çalıştım. Aşağıdaki bölümde ise o çerçeve içindeki her bir olayı belgeleriyle birlikte ayrıntılı olarak açıklayacağım.

İçinde öğrencilerimizin ya da üçüncü şahısların adı geçen belgeleri kullanmamaya,  mutlaka kullanılması gerekenlerde de belirli yerleri gölgeleyip okunamaz hale getirerek başka kişilere ait bilgilerin ortaya saçılmasını önlemeye  özen göstereceğimden, bu yazıda, sahip olduğumuz belgelerin yalnızca bir kısmı kullanılacaktır…

II. BÖLÜM

ORANSAY TARAFINDAN İŞLENDİĞİ SAPTANAN SUÇLARA İLİŞKİN AYRINTILI AÇIKLAMALAR VE BELGELERİ

1 – Emrindeki asistanı öğrenci not çizelgelerinde tahrifat yapmaya zorlamak

Yaşananları özetlemeye çalıştığım I. Bölümde, Oransay tarafından işlendiğini belirttiğim 7 ayrı suç türü arasında, kesin bir belge veremeyip “suça ilişkin emarelerle yetinmek zorunda kalacağım” tek konu budur. Çünkü öğrenci notlarında tahrifat yapmaya zorladığı asistan bendim ve ben de o hukuksuz emri yerine getirmediğim için, “teşebbüs” ve “zorlamadan” öteye gidemeyen o suç  gerçekleşmedi. Gerçekleşmeyen bir suç girişiminin belgesi olamayacağı için de, her şeyi belgeleriyle ortaya koyacağım bu bölüme, yalnızca emarelerini (belirtilerini) göstermekle yetineceğim tek konuyla başlıyorum.

Tamamı belgelenmiş ve “görevden alınmasıyla” sonuçlanmış öteki altı suç türünü daha sonraki maddelere bırakıp ilk madde olarak,  kesin bir belgesi olmayan, dolayısıyla okuyucuların “Haydi canım sende!” deyip tamamı belgeli olan bundan sonraki suçlarını okumaktan vazgeçmesine bile neden olabilecek böyle bir konuyla başlamam, yöntem açısından riskli olsa da, Oransay’la ilgili şikayetim ve daha sonra yaşananların tümü bu olaydan kaynaklandığı için,  ayrıntılı açıklamalarıma bu konuyla başlamak zorundayım. Aksi takdirde bir asistanın, tüm geleceğini elinde tutan profesörünü şikayet edip ona karşı mücadele içine girmesi ve Bölümdeki öteki öğretim görevlisi ve asistanların büyük çoğunluğunun da (karşılaşacakları bütün baskıları göze alıp) o şikayetçi asistanın yanında yer almış olmasının nedenlerini kavrayabilmek mümkün olmayabilir.

Bir asistan, iki yıldan beri yanında çalıştığı profesörünü, (bütün geleceğinin kararacağını bile bile) neden şikayet eder ve Bölümdeki onca öğretim elemanı (karşılaşacakları onca baskıyı göze alıp) o asistanın yanında neden yer alır? Bir kişinin çıldırmış olması mümkündür ama aralarında Nurhan CANGAL, Edip GÜNAY, Muzaffer GÜRGÜNEŞ, Fehamettin ÖZGÜÇ gibi yaşını başını almış hocalar ile  Kumru CANKU ve Yaşar DORUK gibi tüm gelecekleri Oransay’a bağlı iki asistanın da o “çılgınla” aynı anda “çıldırıp”,  kendi Bölüm Başkanlarına baş kaldırması normal midir?  “Olabilir” diyorsanız, bundan sonraki bölümleri okuyup sunacağım belgeleri incelemek için vakit kaybetmenize gerek yoktur. Ama bu işte bir “gariplik” var deyip okur ve sunacağım belgeleri incelerseniz,  bir profesörün neler yapabileceğine ve son zamanlarda bir takım imalarla zan altında bırakılmaya çalışılan bir avuç onurlu insanın, o dönemde nasıl bir mücadele verip  neler yaşadığına tanık olacak ve hayretler içinde kalacaksınız.

Oransay’ın davetiyle, GEE Müzik Bölümü’ndeki Müzik Teorisi (Armoni-Kontrpuan) ve Kulak Eğitimi öğretmenliğimi bırakarak ikinci defa asistanlık yapmak üzere geldiğim EÜ GSF Musiki Bölümündeki görevime 12 Haziran 1979 Salı günü başladım. Bölümümüzde benden başka Kumru CANKU, Necati GEDİKLİ, Yaşar DORUK ve Betül ÇAĞLAR olmak üzere 4 asistan daha vardı. Bizler her yıl Lisans sınıflarındaki dersleri okutmak, aynı sınıfta hep birlikte Yüksek Lisans öğrenimi görmek, verilen çeviri ve çevriyazı (transkripsiyon) görevlerini yerine getirmek gibi çalışmalarımızın yanı sıra, Bölümümüzü kalkındırmak gerekçesiyle kurulmuş olan Ege Küğ Derneği’ne gelir getirici faaliyetlerde ve bazı idari işlerde de görevlendirilirdik. Asistanlığımın 2. yılını tamamladığım 1981 yılında bana verilen ek görevler arasında, Çay ocağı gelirlerini toplayıp Oransay’a vermek, Oransay tarafından okutulan Dağar dersinde ezberlenmesini istediği eserleri öğrencilerin getirdiği kasetlere tek tek kaydedip, her bir kaset için öğrencilerden aldığım kayıt paralarını Oransay’a vermek ve üç yıldan beri Dekanlık Öğrenci İşleri Bürosuna gönderilmemiş olan Lisans not çizelgelerini düzenleyip gönderilebilecek duruma getirmek gibi üç görevim daha vardı. (Her yarıyıl bitimini izleyen ilk iki hafta içinde Öğrenci İşleri Bürosuna gönderilmesi gereken not çizelgelerinin, Bölümümüzün Alsancak’taki Dekanlık Binasından ayrılıp EÜ Bornova Kampüsüne taşındığı üç yıldan beri gönderilmemiş olmasından dolayı, son sınıf öğrencilerimizin  notları bile kesinlik kazanamadığı için, Fakülte Sekreteri Tamer Kinson’dan sürekli uyarı geliyordu.  Bu nedenle Oransay’ın sözlü emriyle , “3 yıldan beri gönderilmemiş olan notları düzenleyip gönderilebilecek duruma getirmekle” görevlendirilmiştim.)

1 Mayıs 1981 Cuma günü mesai bitimine doğru (o dönemde 1 Mayıs kutlamaları süresiz olarak yasaklandığı için tatil yapılmazdı) elinde bir deste not çizelgesiyle odama gelen Oransay, “Atalay bu öğrenciler,  senin asistan olarak gelişinden önceki yıllarda başarısızlıktan kalmışlar. İçlerinden birinin babası tüccar, kızını geçirirsek Derneğe çok yüklü bir bağışta bulunacak, ama onunla birlikte kalan arkadaşları arasından yalnızca onu geçirecek olursak ötekiler şikayetçi olur, başımız derde girer. Onun için sen şimdi bu çizelgelerdeki düşük notları değiştirip hepsine geçer not ver ve Dekanlığa gidecek çizelgelere öyle işle!”  dedi. İstenen şeyi duyunca şaşkınlıktan öylece bakakaldım. Azarlar tonda “Ne bakıyorsun, anlamadın mı, notları değiştirip geçti göstereceksin, o kadar!” demesi üzerine de “Böyle bir şey yapmanın evrakta tahrifat suçu oluşturacağını, bir Devlet memuru olarak yapamayacağımı” söyledim. İstediği bir şeyin reddedilmesiyle (o güne kadar) hiç karşılaşmamış olduğu anlaşılan Oransay, birden bire bambaşka bir insan haline geldi ve elindeki çizelgeleri masamın üzerine fırlatıp parmağını gözümün içine sokarcasına sallayarak “Ukalalık edip bana Devlet memurluğu dersi verme!  Bu evrakları  evine götürüp o ‘tahrifat’ dediğin şeyi yapacaksın ve Pazartesi günü  sabah erkenden getirip önüme koyacaksın!” dedi ve kapıyı çarpıp gitti.

Kırk yıl sonra yeniden yazarken bile sarsıldığımı hissettiğim o anın, meslek yaşamımın dönüm noktası olduğunu ve o andan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını tahmin etmek zor değildi…

Mesai bitmek üzere olduğundan, masamın üzerine bıraktığı çizelgeleri çantamın içine doldurup evime gitmek üzere Bölümden ayrıldım. O zamanlar arabam olmadığı için Bornova’dan Karşıyaka’ya gitmek biraz maceralı olur ve zaman alırdı. Ama o gün elimde “dünyanın en ağır yüküyle”nereden geldiğimi, nasıl geldiğimi anlayamadan kendimi evde buldum. Çalışma odama kapanıp bütün bir cumartesi ve pazarı odamda düşünerek geçirdim. İstenen sahtekarlığı yaptığım takdirde, hayattaki en büyük idolüm olan babam başta olmak üzere kimsenin yüzüne ve en önemlisi de aynada kendi yüzüme bakamayacaktım. Oransay’ın istemediği öğrencilere zayıf not verip Bölümden ayrılmasını sağlamak amacıyla tüm hocalara ne tür baskılar yaptığını bildiğim için de, istediği şeyi yapmadığım takdirde, başıma gelecekleri tahmin edebiliyordum. Asistanlık yaşamımda suçlayabileceği en küçük bir şey bulamayacağı için, tıpkı bazı lisans öğrencilerimize yapmaya çalıştığı gibi, iki yılını tamamlamış olduğum Yüksek Lisans öğrenimim ve okuttuğum derslerde başarısız olduğum gerekçesiyle işime son verecekti. (Lisans notlarını 3 yıldan beri, Yüksek Lisans notlarını ise 3 yarıyıldan beri Dekanlığa göndermeyip resmi kayıtlara geçmesini engellediği için eski yıllara ilişkin notlar üzerinde istediği değişikliği yapma olanağı vardı ve kanımca 3 yıl boyunca göndermeyişi de her an değiştirilebilir halde tutma isteğinden kaynaklanıyordu) Dolayısıyla 3 yarıyıl sonra düzenleyip göndereceği notlarda “başarısız” ilan etmesi işten bile değildi. Oysa ben oraya Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü Öğretmenliği gibi onurlu bir görevden gelmiştim ve üzerimde geldiğim kurumun da sorumluluğu vardı: “GEE Müzik Bölümünden gelen hoca, Yüksek Lisans derslerini bile başaramadı” dedirtemezdim… Taşıdığı “Bölümdeki tek Profesör”, Yüksek Lisans derslerimizdeki “tek hoca” ve “Bölüm Başkanı” sıfatlarıyla istediği her şeyi yapabilecek konumda olan Oransay’ın beni “başarısızlıkla” itham edebilmesini önlemenin tek yolu, olayı resmiyete döküp alenileştirmekti. O zaman beni “başarısızlıkla” itham edemez ve etmeyi denese bile, ne için yaptığı anlaşılacağı için kimseyi inandıramazdı. Verdiği emirden dolayı şikayetçi olabilme şansım da yoktu, çünkü ortada işlenmiş bir suç olmadığı için aramızda geçen konuşmayı inkar ettiğinde kanıtlama imkanım olmayacaktı. Verdiği emri yerine getirip ondan sonra şikayet ettiğim zaman da, suçu işlemiş olan kişi o değil yine ben olacaktım. Bu yüzden yalnızca yerine getirmeyeceğim bu son emrinden dolayı değil Bölümde işlediğini fark ettiğimiz tüm suçlarını birden şikayet edip tam bir mücadele başlatmalıydım.  Çünkü özellikle son aylarda, Derneğe gelen bağışları gelir kaydetmeyip zimmetine geçirmek, bir günlük “hafta sonu gezisini” bir hafta sürmüş “derleme gezisi” gibi gösterip geziye katılan tüm personele birer haftalık harcırah tahakkuk ettirmek ve sonra Dernek adına onlardan topladığı bu paraları da zimmetine geçirmek gibi inanılması güç şeyler yaptığını görüp kendi aramızda konuşmaya başlamıştık.  Oransay’ı zarar veremez hale getirmek ve Bölümümüzü bu tür işlerden arındırabilmek için,  işlediğini bildiğimiz tüm suçları tek tek yazmalıydım.  Ama nereye? Dekanlığa şikayet etsem, hem kendisi orada olacak, hem de işlenmiş olan suçların bazıları (örneğin Lisans notlarının 3 yıldan beri Dekanlığa gönderilmemiş olması gibi) Dekanlık ve Rektörlüğü de zor durumda bırakacağı için,  söz konusu suçlar gereği gibi incelenip sonuçlanamayacak, bu da “iftiraya uğramış”  görünüşü  kazanan Oransay’ı daha da güçlendirip “kendisine iftira atmış” duruma düşen bir asistana istediğini yapabilme hakkı kazandıracaktı.  Bu nedenle olayı götürebileceğim tek makam Sıkıyönetim Komutanlığıydı…

Tam bu noktada önemli bir noktayı hatırlatmak isterim.  Geçmişte yaşanmış olayları, o dönemlerin koşul ve algılarına göre değerlendirmek gerekir. Sağ-sol çatışmalarında neredeyse her gün 15-20 kişinin hayatını kaybettiği ve insanların korkudan sokağa çıkamaz duruma geldiği bir dönemin ardından gelen 12 Eylül  Askeri Yönetimi, halkımızın büyük çoğunluğu tarafından bir “kurtuluş” olarak algılanmış ve milyonlarca insan ellerinde bayraklarla sokaklara dökülüp günler boyu bayram yapmıştı. Askere güvenin tam olduğu, yeni doğan çocuklara “Evren” adının verildiği, pencerelerin kutlama bayraklarıyla donatıldığı, Askeri Yönetimce hazırlatılan 1982 Anayasasının bile % 91,37 oranında “evet” oyu almasıyla sonuçlanan o dönemdeki algıda Sıkıyönetim Komutanlıkları,  bugünkü algıda olduğu gibi birer “kabus” değil, “içinde şerefli Türk askerlerinin hizmet verdiği” Devlet Kurumlarıydı… Bu nedenle Sıkıyönetim Komutanlığına başvurmamı bu günün değil, o dönemin koşul ve algılarıyla değerlendirip anakronizm hatasına düşmemek gerekir.

 Oransay , 4 Mayıs 1981 Pazartesi sabahı, tahrifat yapmamı istediği öğrenci not çizelgelerini masasının üzerinde istemişti, bense o evraklarla Ege Ordu Komutanlığına gidip büyük ısrarlarla Kurmay Başkanına kadar çıkabilmeyi başararak, karşı karşıya kaldığım durumu anlattım. Yerine getirilmemiş bir tahrifat emrinin nasıl kanıtlanabileceğini düşünüp tartıştıktan sonra  O evrakları kimin onaylayacağını” sordular, “kendisi” cevabını verince de “Tamam o zaman biz tahrifat yapılmamış haliyle hepsinin fotokopisini alıp tutanağa bağlayalım, sen ondan sonra istediği tahrifatı yapıp kendisine teslim et.  Onayladığı anda el koyar gereğini yaparız” dediler. Komutanların önerdiği yöntem, Oransay’ın belki yıllarca hapiste yatması sonucunu getirip her şeyi bir anda bitirecek en kestirme yöntemdi ama, o zaman da Oransay’a tuzak kurup onu tuzağa düşürmek gibi aşağılık bir iş yapmış olacaktım, o nedenle böyle bir şeyi yapamayacağımı  belirttim. Ben henüz 28 yaşımdaydım, konuştuğum Kurmay Başkanı ise orta yaşlarda, Hulisi Kentmen tiplemelerini andıran babacan görünüşlü bir askerdi. O zaman bu iddayı kanıtlama şansın olmayacağı için o da sana istediğini yapar dedi. Siz el koyarsanız yapamaz dedim. “İşlenmemiş suçun nesine el koyacağız?” diye sordu (belki de bir şey sormayıp kendi kendine söylenmişti) Siz Bölümde tahkikat başlatırsanız,  Dernek yolsuzlukları başta olmak üzere kanıtlaması kolay çok suç var, ama ben ‘muhbir’ durumuna düşmek istemem, tahkikat, ‘Adnan Atalay’ın yazılı şikayeti üzerine’ diye açıkça belirtilerek başlatılacaksa şikayetçi olurum” dedim. “Senin adın verildiği takdirde, tahkikatlar bittikten sonra başına gelebileceklere katlanabilecek misin?” diye sordu. “Muhbir durumuna düşmekten daha iyidir Komutanım” cevabını verince, takdir dolu bir yüz ifadesiyle bir süre baktıktan sonra Tamam o zaman, sen bu evrakları götürüp, başkalarının da görüp duyabileceği bir şekilde kendisine ver ve istediği tahrifatı ‘yapmadığını/yapamayacağını’ söyle. Daha sonra Bornova Sıkıyönetim Komutanlığına Bölümünüzdeki suçlarla ilgili şikayet dilekçeni ver, biz orayı bilgilendireceğiz gereken yapılır” dedi.

Ege Ordu Komutanlığından ayrıldığımda saat 11.00  olmak üzereydi ve  o gün saat 14.00’te Bölüm Kurulu Toplantımız vardı. Beni, tahrif etmemi istediği evraklarla birlikte o günün sabahında bekleyen Oransay’a görünmemek için,  saat 14.00’ten önce Bornova’ya geldiğim halde Bölüme girmeyip toplantının başlamasını bekledim ve toplantıya yaklaşık yarım saatlik bir gecikmeyle girdim. Sabah beni görememiş olan ve Bölüme geç gelmeme de alışkın olmayan Oransay, bir şeylerin ters gittiğinden kuşkulanmış olmalı ki, Kurulda konuşulmasını istemediğinden olsa gerek “niçin geç kaldığımı” bile sormadan toplantıya devam etti. Ancak tam toplantıyı bitireceğini anladığım anda ayağa kalkıp “Arkadaşlar hiç kimse yerinden kalkmasın!  Son derece önemli bir şey açıklayacağım” diyerek  çantamdaki (Oransay’ın tahrif etmem için verdiği) evrakları çıkardım ve Oransay bu not çizelgelerinde tahrifat yapıp daha önceki yıllarda kalmış bazı öğrencileri başarılı göstermemi istedi. ‘Yapamayacağımı’ söyleyince de emrinde ısrar edip Pazartesi sabahı yapılmış olarak önümde istiyorum” dedi.  “Tahrif etmemi istediği evraklar bunlar. Ben istediği tahrifatı yapmadım ve yapmayacağım. Şimdi hepinizin gözü önünde kendisine iade ediyorum, kim yapabiliyorsa yapsın!” deyip aynen onun Cuma günü bana yaptığı gibi masasının üzerine fırlattım.

Yalnızca Oransay değil bütün kurul şok olmuştu. Kısa bir ölüm sessizliğinden sonra Oransay, masasına fırlattığım evrakları (kurul üyelerinin gözünden kaçırmak istercesine) hızla toparlayıp “Saçma saçma konuşma, ne tahrifatı, amacımız öğrencilerimize bir fırsat daha vermek, kendi kuyruğunun derdine düşüp yapmazsan yapma biz yaparız” diyerek toplantıyı terketti.

O gittiğinde herkes hâlâ şoktaydı ve hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Kısa bir süre sonra Edip Bey “Mesele nedir Adnan?” diye sordu, “Sonra anlatırım Hocam” deyip ben de çıktım ve Oransay’la karşılaşmamak için, daha mesai bitmeden Bölümü terk edip doğrudan evime giderek Bornova Sıkıyönetim Komutanlığı’na vereceğim şikayet dilekçesini yazmaya başladım.  Ertesi sabah Bölümden önce Komutanlığa gidip her şeyin başlangıcı olan 5 Mayıs 1981 tarihli ilk dilekçemi verdim.

Oransay’ın Sıkıyönetim Komutanlığına yaptığım başvuruyu bilmemesi, ihbar ettiğim suç delillerini karartmasını önleyebilme bakımından çok önemli olduğudan  (öz babam kadar sevip güvendiğim Nurhan Cangal da dahil olmak üzere) öteki hocalara ve asistan arkadaşlarıma şikayetim hakkında hiçbir şey söylemeyip yalnızca Yaşar Doruk ve Edip Günay’ı uyardım. Onlar Dernekte kurucu üye oldukları ve en büyük yolsuzluklar da Dernek üzerinden yapıldığı için,  Oransay’ın,  son anda attıracağı bir imza ile sorumluluğu onların üzerine yıkmasını önleyebilmek için, olacaklardan haberdar etmem gerekiyordu. Her ikisiyle de ayrı ayrı Bölümden çıkıp Ziraat Fakültesine ait bir tarlanın kenarında,  olanları anlattım ve “Sıkıyönetimin baskın yapacağını, Oransay’dan gelebilecek hiçbir belgeyi iyice incelemeden imzalamamaları gerektiğinisöyledim. Baskın planının deşifre olmasını göze alarak yaptığım uyarı her ikisini de çok duygulandırdı. Özellikle Edip Bey çok duygulanmıştı.  “Adnan sen daha yolun başında olan bir insansın ve bu iş senin tüm geleceğini karartabilir, oysa biz iyi kötü  ‘ununu eleyip eleğini duvara asmış’ insanlardık, bu adamın yıllardır yaptığı akıl almaz şeylere karşı çıkmak asıl bizlere düşerdi ama bizim yapamadığımızı sen yaptın. Sonuna kadar yanındayım” dedi ve ışıklar içinde uyusun, daha sonra karşılaştığı tüm baskılara rağmen bir adım bile geri atmadı.

Edip Bey ve Yaşar Doruk ile birlikte beklediğimiz Komutanlık baskını, (“gelmeyecekler mi yoksa” diye düşünüp endişelenmemize de neden olan) 6 günlük bir gecikmeyle 11 Mayıs 1981 Pazartesi günü gerçekleşti. Ege Ordu Komutanlığındaki ve dilekçemdeki ısrarlı talebim doğrultusunda “Adnan Atalay’ın ihbar ve şikayeti üzerine geldik. Bölümdeki her şeye el konulmuştur, tahkikat yapılacak” denilerek başlatılan baskın, Yaşar Doruk ve Edip Günay dışında herkesi şaşkına çevirmişti. Yaşar Doruk ve Edip Bey’le daha önce verdiğimiz karar uyarınca, ne olup bittiğini soranlara “yakında anlarsınız demenin ötesinde hiçbir açıklama yapmadık. Sadece Nurhan CANGAL, Fehamettin ÖZGÜÇ ve Muzaffer GÜRGÜNEŞ Hocalarımıza “mesai bitiminden sonra kendilerine her şeyi anlatacağımızı, ancak yapacağımız toplantıdan başka kimsenin haberinin olmaması gerektiğini” söylemekle yetindik ve  mesai bitiminde hep birlikte Üniversite Lojmanlarına gidip Muzaffer Bey’lerin lojmanında her şeyi ayrıntılı biçimde konuştuk. Yaptığım ayrıntılı açıklamalar ve çantamdan çıkarıp gösterdiğim başka belgelerden sonra onlar da, “Bu mücadelenin çok daha önceden başlatılması gereken haklı bir mücadele olduğunu ve sonuna kadar yanımızda olacaklarını” ifade eden şeyler söylediler. Yalnızca GÜRGÜNEŞ Hoca  “Arkadaşlar, haklı olduğunuzu görüyorum ama ben şuraya, yorucu bir Opera hayatından  sonra, İzmir’in ve emekliliğin tadını çıkarıp kafa dinlemeye  gelmişim. Kurum içi mücadeleler insanda huzur bırakmaz onun için kusura bakmayın ben bu mücadelenin hiçbir tarafında yer almayacağım. Size başarılar dilerim.” diyerek alacağı tavrı mertçe ortaya koydu ve o günden sonra yaklaşık on gün kadar bizlerden uzak durdu ama o süre sonunda hepimize haber gönderip odasına çağırdığında son derece sinirli görünüyordu. Her zaman neşeli ve hayat dolu haliyle tanıdığımız Gürgüneş’i, ne daha önce ne de daha sonra sanırım hiç birimiz o kadar sinirli görmedik. Gürgüneş sinirden kıpkırmızı olmuş bir yüzle  olanları anlattı: Bölümde tahkikatların sürdüğü bir sırada Gürgüneş’in bizlerden uzak durduğunu gören Oransay,  Dernek adına son anda düzenlediği bir takım faturalar getirerek  imzalatmak istemiş, onların ne faturası olduğunu soran Gürgüneş’e de “Biliyorsun Bölümde tahkikat var, Dernek gelirlerinin nereye gittiğini araştırıyorlar bunları masraf olarak göstereceğiz” demiş. Gürgüneş’in “Tahkikatlar başlayıp her şeye el konduktan sonra düzenlenmiş faturaların kabul edilmeyeceğini” hatırlatması üzerine de  “Sen merak etme, hepsini eski tarihle düzenledim, imzanı at gerisine karışma” cevabını verince, Oransay’ı tersleyip gönderen Gürgüneş bizleri çağırtmış.

Gürgüneş, hepimizi hayretler içinde bırakan konuşmasını (odama döner dönmez günlüğüme yazdığım) şu sözlerle bitirdi:

ARKADAŞLAR, BEN SİZE ARANIZDA OLMAYACAĞIMI AÇIKÇA SÖYLEMİŞ  VE BUGÜNE KADAR DA HİÇ BİR ŞEYE KARIŞMAMIŞTIM AMA BU ADAM BENİM SİZDEN UZAK DURMAMI, SUÇLARINA ALET OLABİLECEĞİME YORUMLAMIŞ. BU BANA HAKARETTİR. KENDİSİNE GEREKEN CEVABI VERDİM. BUNDAN SONRA DA,  SONUNA KADAR YANINIZDAYIM. BENİM ARNAVUT İNADIMI TUTTURDU BİR DEFA, BUNDAN SONRA GÖRÜR!”

Daha önceki toplantımızda “Ben yokum” diyen Gürgüneş, o günden sonra sonuna kadar aramızda ve hatta kimi zaman birkaç adım önümüzde olup esprili ama bir o kadar da kararlı tavırlarıyla hepimize moral kaynağı oldu.

Tahrif etmemi istediği not çizelgelerini, 4 Mayıs 1981 Pazartesi günü yapılan Bölüm Kurulu Toplantısında masasının üzerine fırlatıp  “istediği tahrifatı yapmadığımı ve yapmayacağımı” belirttiğim Oransay,  “Saçma saçma konuşma, ne tahrifatı, amacımız öğrencilerimize bir fırsat daha vermek, kendi kuyruğunun derdine düşüp yapmazsan yapma biz yaparız” diyerek Toplantı salonunu terk etmiş olsa da, tüm öğretim elemanlarının gözleri önünde yapılan bu konuşmalarla olay alenileşmiş olduğu ve yaklaşık 6 gün sonra (11 Mayıs 1981 Pazartesi günü) başlayan tahkikatlarda tüm evraklara el konulduğu için “sen yapmazsan biz yaparız” dediği tahrifatı yaptıramadı/yapamadı. Dolayısıyla niyet ettiği suç  yalnızca teşebbüs halinde kalıp gerçekleşemedi.  Ama bu durumdan duyduğu rahatsızlığı,  (Sıkıyönetim Komutanlığınca yapılan tahkikatların 15 gün içinde tamamlanıp “gereği için” üniversiteye devredilmesinden hemen sonra) topladığı  26 Mayıs 1981 Salı günkü  Bölüm Kurulunda açıkça dile getirmekten de çekinmeyen Oransay,  (Bölümdeki toplam onbir öğretim elemanından sekizinin ortak imzasıyla düzenlenip Sıkıyönetim Komutanlığına  sunulan aşağıdaki (Belge 1 a,b) Bölüm Kurulu Tutanağında da görüleceği üzere,) Artık eski güven ortamında olmadığımız için bundan böyle bu hataları tekrarlamayalım. Bu durumda öğrencilerimizin aleyhine gelişmeler olacaktır ancak öğrencilere sıkışan Sıkıyönetime koşup kendi suçunu örtbas etmek istiyor bu nedenle yönetmelikleri uygulamak zorundayız, kusura bakmayın deriz”demek suretiyle, benim burada kanıtlayamayacağım niyet ve uygulamalarını en açık biçimde itiraf etmiş oldu:

Belge  1a  26 Mayıs 1981 tarihli Bölüm Kurulu Tutanağı, 1. Sayfa.

Belge 1b  26 Mayıs 1981 tarihli Bölüm Kurulu Tutanağı, 2. sayfa.

Artık eski güven ortamında olmadığımız için bundan böyle bu hataları tekrarlamayalım. Bu durumda öğrencilerimizin aleyhine gelişmeler olacaktır ancak öğrencilere sıkışan Sıkıyönetime koşup kendi suçunu örtbas etmek istiyor bu nedenle yönetmelikleri uygulamak zorundayız, kusura bakmayın deriz” demek ne demektir? Her cümlesi ayrı bir suç teşkil eden böyle bir söz, resmi bir Kurul Toplantısında nasıl söylenir, bu sözde telaffuz edilenler, Kurul üyelerinden nasıl istenir?  “Artık eski güven ortamında olmadığımız için bundan böyle bu hataları tekrarlamayalım” cümlesindeki  “Artık tekrarlamayalım” dediği hatalar ne ola ki, “tekrarlanmaması öğrencilerin aleyhine” olabilsin?  Hataların tekrarlanmasından yararlanıp, hatalardan beslenecek öğrenciler kimler ve  onlara ne söz verilmiş olmalı ki “sıkışan Sıkıyönetime koşup kendi suçunu örtbas etmek istiyor bu nedenle yönetmelikleri uygulamak zorundayız, kusura bakmayın deriz” diyebiliyor?  Yasaları, yönetmelikleri uygulamak bir Bölüm Başkanının görevi midir, yoksa Sıkıyönetim korkusuyla “kusura bakmayın” diyerek uygulamak zorunda kalacağı bir angarya mıdır?  “Bundan böyle tekrarlamayalım” dediği hatalar,  yönettiği Bölümde ne zamandan beri tekrarlanageliyordu ki “bundan böyle tekrarlamayalım” diyebiliyor?  Ben “hayır” deyip karşı çıkmasam ve arkadaşlarım da destek olmasaydı, söz konusu hataları daha kaç kez tekrarlayıp  yasa ve yönetmelik dışı yöntemlerle daha kaç öğrenciyi  mutlu (!) edecekti?   Ve… bütün bunları ne uğruna (!) yapacaktı?  Gerçekten başarısız öğrencileri mutlu (!) etmek için mi, yoksa tüm gelirlerini zimmetine geçirdiği resmen saptanan Eğe Küğ Derneğine bağış karşılığında mı? Esasen bu sorunun cevabını, 1 Mayıs 1981 Cuma günü elinde bir tomar not çizelgesiyle odama gelip “Atalay bu öğrenciler,  senin asistan olarak gelişinden önceki yıllarda başarısızlıktan kalmışlar. İçlerinden birinin babası tüccar, kızını geçirirsek Derneğe çok yüklü bir bağışta bulunacak, ama onunla birlikte kalan arkadaşları arasından yalnızca onu geçirecek olursak ötekiler şikayetçi olur, başımız derde girer. Onun için sen şimdi bu çizelgelerdeki düşük notları değiştirip hepsine geçer not ver ve Dekanlığa gidecek çizelgelere öyle işle!”  dediğinde kendisi vermişti…

2 – Dernek gelirlerini zimmetine geçirme

EÜ GSF Bünyesinde yeni kurulmuş olan Musiki (Müzikoloji) Bölümünü güçlendirmek amacıyla 13 Temmuz 1979 tarihinde Prof.Dr. Gültekin ORANSAY, Dr. Edip GÜNAY ve Asistan Yaşar DORUK tarafından kurulan EGE KÜĞ DERNEĞİ’ne kuruluşundan yaklaşık 2 yıl sonra 11 Mayıs 1981 Mayıs Pazartesi günü, Sıkıyönetim Komutanlığınca görevlendirilmiş subay ve maliyeciler tarafından yapılan baskın denetim ve 15 gün süren süren incelemeler sonunda (o tarihte yürürlükte olan 1630 sayılı Dernekler Kanunun 42. maddesi uyarınca, Kolluk Kuvvetleri, Mahalli Mülkiye Amirinin yazılı emriyle Dernek merkez ve şubelerine her zaman girebilirdi) düzenlenen  (Belge 2)  Denetim Raporu’nun 2, 4, 5. ve 6. maddelerinde özetle “Anılan derneğin Prof. Dr. Gültekin ORANSAY’ın tekelinde bulunduğu, yapılan kontrolde hiçbir bağışın kaydına rastlanmadığı, üye aidatlarının kurşun kalemle işlenmiş olduğu, dernekle ilgili tutulması elzem olan defterlerin tutulmamış olduğu ve demirbaş malzeme defterinin bulunmadığı, dernek adına çalıştırılan çay ocağında Prof.Dr. G.Oransay’ın direktifiyle memur Hasan ÜNAL’ın çalıştırıldığı, içinde çay, meşrubat ve tost satılan çağ ocağına ait gelirlerin hiçbir yere işlenmemiş olduğu, ödenek ve bağış yoluyla geldiği saptanan kırtasiye malzemeleri (Teksir kağıdı, mumlu kağıt, teksir mürekkebi) ile ders notu bastırılıp öğrencilere para karşılığı satıldığı, bu paraların ve Prof.Dr. Gültekin ORANSAY’a teslim edilmiş olan bant ve film bedellerinin kayıtlarına rastlanmadığı” belirtilmiştir. (Belge 2)

Belge 2  Tahkikat Komisyonu Raporu

İki maliye şefi, bir maliye kıdemli başçavuş ve bir polis memurundan oluşan dört kişilik Tahkikat Komisyonunca yapılan Belge 2’ deki saptamalar, bu denetimden 8 ay kadar sonra “bilgilendirme hakkı” çerçevesinde yaptığım yazılı başvuruya istinaden, Bornova Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından Tuğgeneral Zeki KÜZECİ imzasıyla adıma gönderilen 10 Şubat 1982 tarih ve 7130-17-82/SYNT.97 nolu iki sayfalık bilgilendirme yazısının 2. a ve b maddelerinde de teyit edilip doğrulanmıştır(Belge 3 a,b)

Belge 3a  Sıkıyönetim Komutanlığı Bilgilendirme yazısı 1. sayfa.

Belge 3b   Sıkıyönetim Komutanlığı Bilgilendirme yazısı 2. sayfa.

Dernekler kanununda, bir derneğe ilişkin kayıtların nasıl tutulacağı, dernek gelirlerinin nasıl toplanacağı ve dernek adına açılacak banka hesabına ne süre içinde, nasıl yatırılıp nasıl çekilebileceği,  (aksine hareket edenlerin eylemlerinin niteliğine göre 6 aydan 2 yıla kadar değişen hapis cezasıyla cezalandırılabileceği)  açıkça belirtilmiş olup derneklerle yakından uzaktan ilişkisi olan herkesin malumudur. Gerçi o tarihlerde, 4/11/2004’te yürürlüğe giren 5253  sayılı bugünkü Dernekler Kanunu değil, 2 Aralık 1972’de yürürlüğe girmiş olan 1630 sayılı Dernekler kanunu yürülükteydi ama, yukarıda açıklanan konulara ilişkin yükümlülük ve  cezalar, bugünkünden çok daha katı ve ağırdı. (Bkz: 2 Aralık 1972 gün ve 14379 sayılı Resmi Gazete: 22.11.1972 gün ve 1630 Sayılı Dernekler Kanunu)

Dolayısıyla o dönemdeki Dernekler Kanunun  51. maddesi uyarınca tutulması gereken “Üye kayıt defteri”, “Karar defteri”,”Gelen ve giden evrak defteri”, “Gelir ve gider defteri”, “Bütçe, kesin hesap ve bilanço defteri” gibi noterden tastikli olması gereken defterlerin tutulmamış olması, “dip koçanlı ve sıra numaralı makbuzlarla alınması gereken” gelirler ile sarf belgeleriyle yapılması gereken giderlerin kaydına rastlanmamış olması ve yapılan incelemede dernek hesabına gelir olarak kaydedilmiş 5 kuruş bile bulunmayışı, açık bir “zimmet” suçuydu.

Dernek gelirleri,  üye aidatları, bağışlar ve dernek adına yürütülen yasal faaliyetlerden oluşacağına göre, varsayalım ki bu derneğe hiç bağış yapılmamış olsun, çay ocağından, fahiş fiyatla satılıp alınması zorunlu tutulan ders notları ve Küğ yayınlarından,  Oransay tarafından okutulan Dağar dersinde ezberlenmesi gereken eserler için öğrencilerin getirdiği her bir kasete 5 TL karşılığı yapılan kayıtlardan ve kişi başı 10 TL’ye izletilen filmlerden,  Bölümde sık aralıklarla  düzenlenen öğrenci dinletileriyle ilgili olarak teksir kağıdına basılıp 5 TL karşılığı satılan dinleti programlarından, Bölümde Dernek adına fahiş fiyatlarla sattırdığı “Yurttan Sesler”, “Köy Enstitülerinde Müzik Eğitimi Klavuzu”, “Günler Boyunca Hatıralar” gibi kitaplardan,   merhum Naci Gündem’in ailesinden bağış olarak alıp tanesini 7.5 TL’den sattırdığı dizekli kağıtlardan, bitişiğimizdeki Tekstil-Tasarım Bölümüyle işbirliği yaparak bez üzerine bastırıp  tanesini 125 TL’ye sattırdığı (elde kalanları ise çıtalarını çıkarıp torba haline getirerek sattırdığı)  “Küğ Bölümü” yazılı 300 adet bez takvimden, yine Tekstil-Tasarım Bölümüyle işbirliği yaparak bez üzerine bastırıp tanesini 80 TL karşılığı sattırdığı Güzel Sanatlar Fakültesi Musiki Bölümü yazılı aşağıda görülen Bölüm flamalarından, Bölüm Sekreterliğindeki 3972 no’lu telefonu, konuşma başına 10 TL karşılığında  öğrencilerin kullanımına açıp  Üniversitenin telefonuyla yaptıkları konuşmalar için öğrencilerden  alınan konuşma ücretlerinden elde edilen ve Dernek adına Oransay’a teslim edilen paralar nereye gitmiştir?  

Dernek adına tanesi 80 TL’ye satılan Bölüm Flamalarından bir örnek.

Biz hiç görmedik ama, bütün bu gelirlerin (Dernek defterlerine işlenmeksizin) Bölüm içi işlerde harcanmış oduğu için denetim sırasında bulunamadığını varsayalım, kurulduktan sonra (her birimizin eşleri de dahil olmak üzere) çok sayıda üye kaydedilmiş olan bu derneğe verilen ve denetim raporunda “kurşun kalemle” yazılmış olduğu belirtilen üye aidatları nereye gitmiştir?

Kurşun kalemle işlenmiş olan üye aidatlarından Dernek hesabına girmiş 5 Krş. bile çıkmayınca, kurşun kalemle düşülmüş o notların, gerçekte “kayıt” amaçlı değil (çünkü o durumda defterlere usulünce kaydedilmesi gerekirdi) üye aidatlarını yatırmayanları saptayabilme amaçlı olduğu anlaşıldı…

Bölüm flamasının üstündeki paragrafa, “varsayalım ki bu derneğe hiç bağış yapılmamış olsun” diyerek başlamıştım. Derneğimize gerçekten de hiç bağış yapılmamış olsaydı,  dernek kasasında bulunamayan para,  yalnızca satışlar ve üye aidatlarından ibaret kalırdı. Oysa kayıp paranın asıl büyüğü bağışlardaydı, çünkü Derneğimize çok miktarda para bağışı yapıldı ve bunların önemli bir kısmını da bizler yaptık ya da yapılmasına vesile olduk. Oransay’ın yapılan bağışlar için verdiği  (üzerinde kendi imzası ve dernek mührü bulunan) “alındı makbuzlarını” Derneğe ait makbuzlar zannediyorduk, oysa yapılan denetim sırasında, Derneğin kuruluş onayı alabilmesi için önceden bastırılması zorunlu olan onaylı makbuzlardan hiç birinin kullanılmamış olduğu ortaya çıktı.  Dernekte hiçbir makbuz dip koçanına, suretine ya da gelir kaydına rastlanmayınca da,  yapılan bağışlar için verdiği  (sözde) “alıntı makbuzlarının”, (aşağıda da görüleceği üzere) onaylı Dernek makbuzu değil, herhangi bir kırtasiyeciden alınabilecek  alelade (dolayısıyla “sahte”)  para makbuzları olduğu anlaşıldı. 

Yeni kurulmuş olan Bölümümüzü kalkındırmak için kurulduğuna inandığımız Derneğimize bağış  sağlayabilmek amacıyla, her birimiz, (başka illerde yaşayanlar da dahil) tüm tanıdıklarımıza mektuplar yazıp (o tarihte evlerimizde bile telefon olmadığı için daha çok mektupla haberleşilirdi) bağış yapmalarını istedik ve bir çok kişi bağışta bulundu. O insanlara alıntı makbuzu gönderilip gönderilmediğini bilmiyorum ama tarafımızdan yapılmış bağışlar için kestiği ve denetim raporlarını gördükten sonra “karşılıksız” olduğunu anladığımız makbuzlardan bir kaçını, bağış kaynaklarımızla ilgili olarak yapmak zorunda olduğum aşağıdaki açıklamamın hemen altında sunacağım.

Bizler aldığımız maaşlarla ay sonlarını bile getirmekte zorlandığımız için Derneğimize maaşlarımızdan bağışta bulunma olanağımız yoktu. Bu yüzden Hocamız Dr. Edip Günay, Asistan Yaşar Doruk ve ben, çeşitli İlkokullarda flüt ya da mandolin kursları düzenleyip bu çalışmalardan elde ettiğimiz kurs ücretlerini Derneğimize bağışladık. Cumartesi ve Pazar tatillerimizi feda ederek yürüttüğümüz bu çalışmalarda müzik öğretmeni olan (ama Bölümümüzle Dernek üyesi olma dışında hiçbir bağıntısı bulunmayan) eski eşim Işın Atalay da görev alıp Derneğimiz için çalıştı.  Dr. Edip Günay ve ben, aynı okulda düzenlediğimiz kurslardan aldığımız paraları Oransay’a verdik ama makbuz vermedi, aynı Derneğin birer üyesi ve aynı Bölümde çalışan insanlar olarak biz de istemedik.  (Kendi Bölüm Başkanımıza “güvensizlik” anlamına geleceği için, onun kendiliğinden çıkarıp vermediği bir makbuzu istemenin ne kadar güç ve incitici bir durum olacağını herhalde sizler de takdir edersiniz.)  Bu yüzden o bağışlara ait makbuzumuz olmadı.  Ama Derneğimize üye olmakla birlikte Bölümümüzle herhangi bir bağıntısı bulunmayan eski eşim Işın Atalay, böyle bir ek kazanç için, izin aldığı kendi Okul Müdürüne makbuz ibraz etmek zorunda olduğundan, üçer aylık dönemler halinde aldığı  6 000 TL ve 12 000 TL tutarında iki ayrı kurs ücretini Oransay’a teslim edip aşağıdaki makbuzları almıştır.

BELGELER : (Belge 4)

Eşim Işın Atalay’ın Dokuz Eylül İlkokulunda Cumartesi-Pazar günleri çalışarak kazandığı 6.000 TL tutarındaki ilk üç aylık kurs ücretini Derneğimize bağışladığını bildirmek üzere, anılan İlkokulun Koruma Derneği Başkanlığı tarafından  Ege Küğ Derneği Başkanlığına gönderilmiş olan  25.3.1980 tarih ve 2 sayılı resmi yazı:

Belge 4   Işın Atalay adına Ege Küğ Derneğine yapılan 6 000 TL bağışla ilgili resmi yazı.

(Belge 5)  Prof.Dr. Gültekin Oransay’ın yukarıda yazıda belirtilen 6 000 TL bağışı aldığını ve Derneğe gelir kaydettiğini bildiren 4.4.1980 tarih ve 80/2 sayılı (imzalı/mühürlü) teşekkür yazısı:

Belge 5   Belge 4 bağışla ilgili olarak, Prof. Dr. G. Oransay tarafından yazılan ve “ekinde girdi makbuzu da sunulduğu” bildirilen “alındı ve derneğe gelir kaydedildi” yazısı

Yapılan denetimlerde ne bu paranın bir kaydına, ne de verdiği sayı numarasını içeren bir defter kaydına rastlanmayınca Dokuzeylül İlkokulu Koruma Derneği Başkanlığına  gönderdiği yukarıdaki alındı yazısının sahte olduğu ortaya çıktı …

(Belge 6)  Işın Atalay’ın Dokuz Eylül İlkokulunda Cumartesi-Pazar günleri çalışarak kazandığı 12 000 TL tutarındaki ikinci üç aylık kurs ücretini,  Dernek adına Oransay’a teslim edip kendisinden aldığı  3.6.1980 tarihi düşülmüş  12000  TL’lik ikinci alındı makbuzu:

Belge 6  Işın Atalay tarafından Ege Küğ Derneğine yapılan 12 000 TL turaındaki ikinci bağışla ilgili olarak Gültekin Oransay tarafından verilmiş  “alındı makbuzu.”

(Belge 7) Oransay’ın eşim Işın Atalay’dan aldığı 12 000 TL bağış için verdiği yukarıdaki alıntı makbuzuyla birlikte  kurs yaptığı İlkokulun Müdürlüğüne götürmesi için verdiği teşekkür yazısı:

Belge 7   Ege Küğ Derneğine Işın Atalay tarafından yapılan 6 000 + 12 000 = 18 000 TL tutarındaki Belge 4/5 ve Belge 6 bağışlarla ilgili olarak, Gültekin Oransay tarafından Dokuzeylül İlkokulu Koruma Derneği Başkanlığına yazılmış teşekkür yazısı.

3 Haziran 1980 tarihinde çeyrek altın alış fiyatının  ( 6 sıfır atılmamış zamanki parayla) 2103,12 TL,  satış fiyatının  2144,90 TL  olduğu düşünülecek olursa, üçer ay ara ile yalnızca eşim tarafından yatırılmış olan 6 000  + 12 000 = 18 000 TL parayla, 8 küsur çeyrek altın alınabilirdi. Makbuz alamadığım için kesin miktarını hatırlayamamakla birlikte en az bir o kadar da benim yaptığım kurslardan gelen bağışım düşünülecek olursa yalnızca eşim ve benim getirdiğim toplam bağış miktarı en az 8 + 8 = 16 çeyrek altın demekti…

Oransay, 3.6.1980 gün ve 80/3 sayısını verdiği (Dernek defterlerinde hiçbir kaydı bulunmayınca sahte olduğu anlaşılan) yukarıdaki teşekkür yazısında (Belge 7), “Derneğimize bağışta bulunmanız bizleri çok mutlu etmiştir. Bundan böyle de bu tür ilişkilerimizi sevinerek sürdürebileceğimizi belirtir, saygılar sunarım” diyor… 

Birlikte çalıştığı insanların eşlerinin bile, Cumartesi-Pazar günlerini feda ederek kazanıp kendisine teslim ettiği paralara tenezzül etmek uğruna, karşılığı olmayan teşekkür yazıları ve makbuzlar düzenlemek koskoca bir profesörü nasıl sevindirip mutlu etmiş olabilir, bizler anlayamayız ama, “mutlu ettiğini” ve “sevinerek sürdürebileceğini” belirtmiş (!) … Akademik geleceklerimizi feda etmeyi göze alıp ortaya çıkartmasak aynı şekilde de südürecekti her halde…  (Bu, tarafımdan ileri sürülmüş kötümser bir tahmin değil, yukarıdaki yazısında “sevinerek sürdürebileceğini” kendisi belirtiyor…)

Bölüm personeli bile olmayan eşimin, (yeni kurulmuş bir Müzikoloji Bölümüne gelir sağlayabilmek amacıyla) Cumartesi-Pazar günlerini feda ederek kazanıp makbuz karşılığı Oransay’a teslim ettiği 6.000 + 12.000 = 18.000 TL tutarındaki bağış parasını, Derneğe gelir kaydetmek yerine zimmetine geçirip,  dışarıdaki insanların halisane duygularla yaptığı fedakarlık ve bağışları bile suiistimal edebilmenin değerlendirilmesini sizlere bırakıyorum…  Üstelik eşimin Cumartesi-Pazar günlerini feda ederek kazandığı toplam 18.000 TL tutarındaki kurs parasını Derneğimize bağışladığı aylarda, (en az bir o kadar da ben bağışta bulunduğum için toplam en az 36.000 TL bağış demektir) bizler, bir yandan ev kirası, bir yandan da yeni ev kurmaya çalışmanın getirdiği eşya taksitleri yüzünden, ay sonlarını bile,  sahip olduğumuz gitar, keman, metronom vb. müzik aletlerinden, evlendiğimiz zaman gelen ev hediyelerine dek elimizde ne varsa, her ay birini ikisini  satarak getirmeye çalışıyorduk…  Siz evinizde yiyecek ekmek bulamayıp ay sonlarını getirebilmek için (en kıymetli varlıklarınız olan) çalgılarınızı ya da yakınlarınızın yaptığı ev hediyelerini bile satmak zorunda kaldığınız bir dönemde, Cumartesi-Pazarlarınızı  vererek kazandığınız 18.000 TL kurs parasını (içinden o kurslara gidip gelebilmek için verdiğiniz dolmuş/otobüs  parasını bile kesmeden) kuruşu kuruşuna götürüp bağışlayacaksınız, o bağışları alıp “Derneğe kayıt edilmiştir” yazıları ve “alındı makbuzları” kesen kişinin,  hepsini zimmetine geçirip sizin halisane duygularınızı da sömürdüğünü öğreneceksiniz. Yerimizde olsanız Siz ne hisseder, Siz ne yapardınız?

Kazandığımız paraları Derneğimize bağışlayabilmek amacıyla, rahmetli hocamız Dr. Edip Günay, eşim ve ben İzmir’deki İlkokullarda kurs faaliyeti sürdürüyorduk ama asistan arkadaşımız rahmetli Yaşar Doruk, Ali Ağa Petkim Tesislerinde çalışan personel çocuklarının okuduğu ilkokulda kurs yaptığı için, o zamanki kara yolu ve ulaşım araçlarıyla (dolmuş ya da otobüs) 2,5-3 saatten önce ulaşılamayan (gidiş-geliş 5-6 saat demektir)  Ali Ağa’ya gidiyor ve cumartesi günlerini orada ve yollarda geçiriyordu. (Daha önce de aynı görevi asistan arkadaşımız Kumru CANKU yapmıştı)  O zamanlar Petkim çok güçlü bir kuruluş olduğu ve Yeni kurulmuş olan Bölümümüz için yapmakta olduğumuz fedakarlıkları büyük bir takdir ve hayranlıkla karşıladıkları için, Derneğimizi adeta bağış yağmuruna tutmuşlardı.

Asistan arkadaşımız Yaşar Doruk’un (Derneğin kurucu üyesi sıfatıyla) 14 Mayıs 1981 tarihinde Mali İşler Tahkikat Komisyonu Başkanlığına verdiği 3 sayfalık yazılı ifadenin, Top.Kd.Bşçvş. Metin Can tarafından (ASLININ AYNIDIR) ibaresiyle düzenlenmiş bir suretini aşağıda  sunuyorum. (Belge 8 a,b,c)  Arkadaşımız Yaşar Doruk, 13 maddeden oluşan 3 sayfalık ifade tutanağında Petkim’den Derneğimize gelen para ve kırtasiye malzemesi bağışlarını tek tek açıklayıp, Bölümde işlenmiş olan öteki suçları da madde madde sıralamıştır. Yalnızca Yaşar Doruk’un  10 maddede açıkladığı olaylar bile Musiki Bölümünde nelerin yaşandığını açıkça ortaya koymaktadır.

Yaşar Doruk (Belge 8 a,b,c) de  tamamını verdiğim  10 maddelik yazılı ifadesinde (özetle):

a) Derneğe gelir sağlama gerekçesi ve Oransay’ın isteğiyle Petkim’de görevlendirildiğini, (Belge 8 a, Madde 1)

b) Petkim’de südürdüğü çalışmalara karşılık olarak, çeşitli dönemlerde kendisine ödenen toplam 5 000 + 9 000 + 9 000 + 5 000 = 23 000 TL kurs ücretinin (Oransay’la yaptığı bir sözlü anlaşma uyarınca) 8 000 TL kısmını masraflarına karşılık olarak kendisi alıp 15 000 Tl kısmını Oransay’a verdiğini, Petkim’den üç ayrı seferde gönderilen kırtasiye malzemelerinin, Bölümde Oransay’a teslim edildiğini, Petkim’den gelen en büyük kırtasiye malzemesi bağışının da Petkim Sosyal İşler Müdürü Yalçın Bey’in  gözetiminde Oransay’ın Dernek Merkezi olarak gösterdiği evine yerleştirildiğini, Oransay tarafından verilmiş olan “alındı” ve “teşekkür” yazısının, ifadesinin ekinde olduğunu, bu bağışların hiç birinin Dernek defterlerine işlenmediğini ve bir daha görmediğini, Oransay’ın bütün bu paraları zimmetine geçirdiğini anlayınca, daha fazla sömürülmek istemediği için Petkim çalışmalarını bırakmak istediğini ancak Oransay tarafından kabul edilmediğini, bunun üzerine dört defa daha giderek kazandığı 9 000 TL paranın 4 000 TL ‘sini kendisi alıp 5 000 TL’sini Oransay’a teslim ettiğini, böylece Oransay’a (daha önce verdiği 15 000 TL ile birlikte) toplam 20 000 TL para vermiş olduğunu ve alındı yazısı yazıldığı halde Dernek kayıtlarına hiçbir zaman girmemiş olan bu paranın akıbetini bilmek istediğini, (Belge 8 a,b, Madde 2,3)

c) Bölümde işlenen en büyük yolsuzluklardan birinin de, 410 Harcama Kaleminden Devletin resmi ödenekleriyle beş kuruş para vermeden alınan kırtasiye malzemelerinin Bölümde teksire (ders notu) dönüştürülüp öğrencilere ve asistanlara fahiş fiyattan satılması olduğunu, buradan elde edilen paranın akıbetinin belli olmadığını ve araştırılması gerektiğini, (Belge 8b, Madde 4)

d) Yasal olmayan biçimde öğrencilere bant kaydı yapmaya zorlandığını, öğrencilerin (Oransay’ın okuttuğu Dağar dersi için) her yarıyıl en az iki bant doldurtmak zorunda bırakıldığını, bant başına 50 TL alınması öngörüldüğünü,

Yaşar Doruk bu konuda, kendi dönemini anlatmış, zira bant kaydı işiyle Yaşar’dan sonra  ben görevlendirildim.  Ancak kayıt bedeli başlangıçta 50 TL olarak öngörülmüşse de, iki kaset için 100 TL tutacak olan bu miktarın neden olacağı tepkilerden çekinildiği için, benim görevlendirildiğim dönemde  kaset başına 5 TL alınıyor ve Oransay’a teslim edeceğim o paralar için gece yarılarına kadar kayıt işiyle uğraşıyordum… (Belge 8 c, Madde 10)

 (Belge 8 . Madde 11’deki 11 rakamı (önce daktiloda yanlışlıkla 10 yazılıp sonradan 11 olarak düzeltilmiş olduğundan), ilk bakışta 10 gibi okunmaktadır. Karışıklık olmaması için üstündeki 10. ve altındaki 12. maddeye bakılarak kontrol edilebilir.)

Asistan Yaşar Doruk’un Tahkikat Komisyonuna verdiği, her bir sayfası komisyonca paraf edilmiş  (aşağıdaki) 13 maddeden oluşan 3 sayfalık yazılı ifadesinin (Belge 8 a,b,c) 8., 9., 11.,12. ve 13 maddelerinde (teyp ve piyano alımında yolsuzluk gibi) başka beyanlar da bulunmakla birlikte, ben yalnızca (Belge 2) Tahkikat Komisyonu Raporunda ve  (Belge 3 a,b) Sıkıyönetim Komutanlığı yazısında saptanmış suçları esas aldığım için, anılan resmi rapor ve yazılarda yer almamış (dolayısıyla elimde belgesi bulunmayan) bu gibi suç ihbarlarını geçiyorum.

Belge 8 a  Asistan Yaşar Doruk’un Tahkikat Komisyonuna verdiği 3 sayfalık ifadesinin 1. sayfası.

Belge 8 b  Asistan Yaşar Doruk’un Tahkikat Komisyonuna verdiği 3 sayfalık ifadesinin 2. sayfası.

Belge 8 c   Asistan Yaşar Doruk’un Tahkikat Komisyonuna verdiği 3 sayfalık ifadesinin 3. sayfası.

Yaşar Doruk’un Aliağa Petkim’de yaptığı kurslardan kazanıp Oransay’a teslim ettiği 9 000 TL kurs ücretlerinden biri için Oransay tarafından Petkim Grup Başkanlığına yazılmış (dernek defterlerinde kaydı olmadığı için “sahte” olduğu anlaşılan) 29.12.1980 tarihli teşekkür yazısı. (Belge 9)

Belge  9  Asistan Yaşar Doruk’un Petkim’de düzenlediği kurslardan kazanıp Derneğe yaptığı 9 000 TL bağışla ilgili olarak Gültekin Oransay tarafından Petkim Grup Başkanlığına yazılmış “alındı” ve “teşekkür” yazısının Tahkikat Komisyonunca onaylanmış sureti.

3 – Bölümde Dernek adına çay ocağı işletip gelirlerini zimmetine geçirme

1980-81 Kış yarıyılında (tüm öğretim elemanlarının açıkça karşı çıkmasına rağmen) Bölümümüzün zaten yetersiz olan 3 dersliğinden birisi Oransay’ın emriyle “kantin” haline getirilip Bölümümüzde “hademe” olarak görevli olan Hasan Ü. kantinci olarak çalıştırılmıştı.

Çay, meşrubat, tost satılan bu kantinden elde edilen gelirlerin (sarf malzemeleri düşüldükten sonra kalan kısmının) belirli bir yüzdesi, emeği için Hasan Ü.ye verilip gerisi (Dernek adına) Oransay’a teslim ediliyordu.

Kantindeki tost satışlarını fırından alınan günlük tost ekmeği sayısıyla kontrol eden Oransay, çay satışlarını kontrol edebilmek için de kendi derslerini bile asistanlarına bırakıp üzerinde dernek mührü bulunan binlerce karton fiş hazırladı. (Önceleri üzerlerinde Ege Küğ Derneği yazısıyla satılan  beyaz ya da  kırmızı karton fişler, Sıkıyönetim Komutanlığının dernek faaliyetlerini durdurmasından sonra toplanıp “Küğ Bölümü” yazan yeni fişlerle değiştirildi.) Çay içecek kişiler o fişleri Bölüm Sekreterinden satın alıp çay karşılığında Hasan’a veriyor, Hasan da her akşam getirdiği fişlerin karşılığında Oransay’dan payını alıyordu.

“Hasan’ın kantinimize doluşan yabancılara ve kantin penceresinden dışarıya para karşılığı çay verdiği, böylece Dernek yüzdesini kaçırdığı” söylentilerinin çıkması üzerine, Oransay, çay fişlerinin alımı ve satımı konusunda beni  görevlendirdi. Böylece Bölüme “Kontrapunt Tarihi” dalında asistan olarak gelen ben, çay hesaplarının muhasebesinde de (!) görevlendirildim…

Görevlendirildiğim sistem şöyle işliyordu: Ben Oransay’dan, bastığı çay fişlerini teslim alıp  para karşılığı Sekreter Dilek Buldam ve Esin Aysoysal’a bırakıyordum, çay içmek isteyenler (öğretim elemanları, memurlar, öğrenciler, hizmetliler) Sekreterden satın aldıkları fişleri çay bedeli olarak Hasan’a veriyor, Hasan da her akşam topladığı fişleri bana getirip o günkü malzeme parasını ve kendi yüzdesini  alıyordu. Ben de Hasan’ın payını ödedikten sonra kalan parayı Dernek geliri olarak Oransay’a veriyordum. Bu görevi (Bir asistan için nasıl bir görevse!) 2.10.1980 tarihinden Dekanlığın olaya müdahele ederek Hasan’ı Bölümden alması üzerine, çay satışlarına ilişkin her türlü hesabı kapattığımız  18 Şubat 1981 tarihine kadar, 4 ay boyunca sürdürdüm.

Yasal olmayan bir işle görevlendirilmiş olmanın bilinci ve bunu reddedememenin çaresizliği içinde, tek çareyi düzenli bir cari hesap defteri tutarak, tüm hesaplarımı denetlenebilir hale getirmekte buldum.  Oransay, hesapları bu şekilde kayıt altına almama tepki gösterip “Kendine güveni olan adamın defter tutmaya ihtiyacı olmaz . Sen o defterde istediğin dümeni çekebilirsin ve bunu kimse anlayamaz, ama sen kendine, südüne güven yeter. Ben senin hile yapmayacağına güveniyorum, defter tutmana gerek yok”  diyerek beni vazgeçirmeye çalışmışsa da, yasal olmayan bir işte görevlendirilmiş olmam ve özellikle de Oransay’ın sözündeki “istediğin dümeni çekebilirsin” ya da “südüne güven” gibi yaralayıcı ifadelerden son derece rahatsız olduğum için, defter tutmayı son gününe kadar sürdürdüm.

2 Ekim 1980 Perşembe gününden 18 Şubat 1981 Çarşamba gününe kadar  4 ay boyunca sürdürdüğüm bu görevle (!) ilgili olarak Tahkikat Komisyonuna sunduğum cari hesap defterim incelenip ilgililerin ifadesi alındığında, Dilek Buldam ve Esin Aysoysal’a toplam 12066 adet fiş satıp Hasan’a toplam 13096 fiş parası ödemiş olduğum,  dolayısıyla ödediğim fiş sayısının sattığım fiş sayısından 13096-12066 = 1030 fiş fazla oduğu (!) anlaşıldı. Fazladan ödediğim bu 1030 fişin nereden geldiği araştırılınca da, fiş alım-satım işinde beni görevlendiren Oransay’ın el altından  Dilek Buldam’a fiş sattığı, dolayısıyla her akşam Hasan elindeki fişleri getirdiğinde, Oransay tarafından satılan fiş paralarının da benim kasamdan ödendiği, bu nedenle de Hasan’a ödenen malzeme ve emek payı düşüldükten sonra Derneğe kalması gereken miktarın 1030 fişlik kısmının kasaya girmeden doğrudan Oransay’a gittiği, ancak,  hem benim her akşam Hasan’ın parasını ödedikten sonra devrettiğim 13096 fişlik, hem de kayıt dışı fiş satıp parasını bana ödettirerek elde ettiği 1030 fişlik miktardan 5 kuruşun bile Derneğe gelir kaydedilmemiş olduğu saptandı…

Bu saptamalar yalnızca çay satışlarıyla ilgili olup kantinde satılan meşrubat, tost vb. şeylerin hesapları doğrudan doğruya Hasan’la Oransay arasında yapıldığı için çaydan çok daha pahalı satılan o tür içecek ve yiyeceklere ilişkin miktarları bilmiyorum. Ancak 11 Mayıs 1981 tarihinde başlayan tahkikatlarda, Bölümün dersliğinde Devlet Memuruna ticaret yaptırılmak suretiyle elde edilen ve büyük miktarlara ulaştığı tahmin edilen bu gelirlerin hiç birinin Derneğe gelir olarak girmemiş olduğu (Belge 2) Tahkikat Komisyonu Raporunun 4. ve (Belge 3a) Sıkıyönetim Komutanlığı yazısının 2d maddelerinde açık bir biçimde belirtilmiştir.

Belge 2 Tahkikat Komisyonu Raporu, Madde 4 (Tam sayfa metin için bkz. Belge 2)

Belge 3a  Sıkıyönetim Komutanlığı Bilgilendirme Yazısı, (Tam sayfa metin için bkz. Belge 3 a)

4 –  Bir günlük “çevre gezisini” bir hafta sürmüş “derleme gezisi” gibi gösterip, geziye katılan herkese birer haftalık harcırah tahakkuk ettirmek ve ilgili personele Dernek adına çektirip topladığı biner liraları zimmetine geçirmek

Oransay tarafından planlanmış bir hafta sonu gezisi münasebetiyle, 24 Mayıs 1980 Cumartesi günü, kendisi, biz 5 asistan ve Bölümümüzdeki 3 öğrenciden oluşan 9 kişi, İzmir’in Kemalpaşa ilçesi Savanda Köyüne gidip oraya Erzurum ve Artvin’den geldikleri söylenen  ailelerden birinin evine birkaç saat misafir olduk.  Bayanlarla erkeklerin ayrı odalarda misafir edildiği sohbet sırasında, aileden bir kişi bize tulum-zurna çaldı, sonradan bizim öğrencimiz olan Zihni adında bir çocukları da türkü söyledi. Onları dinleyip  çayın yanında ikram ettikleri şeyleri yedikten sonra hep birlikte evlerinin yanındaki bağlarına geçip kiraz topladık ve akşama doğru elimizde kiraz torbalarıyla gittiğimiz arabalara binip İzmir’e döndük.

Yaklaşık bir hafta sonra, o tarihte Dekan Yardımcısı da olan Bölüm Başkanımız Oransay, asistanları odasına çağırıp “Bir hafta önce Kemalpaşa’ya yaptığımız geziyi, Derneğimize gelir sağlamak için bir hafta sürmüş derleme gezisi gibi gösterip her birinize 1625 TL harcırah tahakkuk ettirdim.  Bugün öğleden sonra Rektörlüğe gidip harcırahlarınızı alın ve 625 TL’sini yaptığınız yol masrafları ve harcadığınız mesaiye karşılık kendinize ayırıp biner lirasını bana getirin” dedi. Biraz şaşırmakla birlikte,  o günlerde henüz kendisine bütün kalbimizle inanıp Derneğimize gelir sağlamak amacıyla her birimiz bir yerlerde çalıştığımız için, aptalca bürokratik engelleri  aşabilmek amacıyla yaptığınısöylediği bu  garip isteği yerine getirmekte pek de sakınca görmedik ve hep birlikte Rektörlüğe gidip saymanlıktan aldığımız harcırahların biner lirasını dönüşte Oransay’a verdik. Her zaman olduğu gibi makbuz falan beklemedik, zaten Devleti dolandırarak alınmış bir para için “alındı makbuzu”  da kesilemezdi. Tıpkı tarikat mensuplarının şeyhlerine duyduğu mutlak güven misali, o tarihlerde  Oransay’ı öylesine seviyor, öylesine güveniyorduk ki, onun isteklerinin doğruluk derecesini düşünmeye gerek  bile duymuyorduk. Odaklandığımız tek şey onun her istediğini en iyi şekilde başarabilmekti…  Ama zamanla her birimiz bir şeylerden kuşkulanmaya başladık: Biz o geziye arabası olan iki arkadaşın arabalarına doluşarak gittiğimiz için, yol giderlerini paylaşmıştık, dolayısıyla önemli bir yol masrafımız  olmamıştı. “Harcadığımız mesai” konusu ise tümden saçmalıktı çünkü Bölüm için Cumartesi Pazar günleri bile çeşitli okullarda  kurs verip çalışan bizlerin, gezi için “mesai ücreti” almamız çok anlamsız olurdu. Oransay Devlete karşı yaptığı böyle bir evrak sahtekarlığını Dernek adına göze almışsa, elde edilen paranın 625’er lirasını neden bize bırakmıştı? Biz ondan Bölüm için yaptığımız hangi çalışmaya karşılık beklemiştik ki, gezi yapıp eğlenmek için karşılık bekleyecektik… Alet edildiğimiz oyun apaçık ortadaydı: Bizlere bıraktığı  625’er lira, “yol masrafı veya fazla mesai parası” falan değil, işlenen suça ortak ederek kendini garantiye alacağı birer sus payı,  birer tuzaktı…  Beş asistandan topladığı 5 x 1000 = 5000 TL’ ye ek olarak  “Derleme (daha doğrusu “Dolandırma”) Gezisi Başkanı” olarak kendisi de en az 1625 TL almış olsa,  elde edeceği  5000 + 1625  = 6625 TL haksız kazanç için (Dernek adına bile olsa) 625’er liralık tuzaklarla 5 gencecik asistanı da suça bulaştırmaktan çekinmiyor, hatta özellikle bulaştırıyordu…

Kendi aramızda yaptığımız dertleşmelerde (buna “dedikodu” da denebilir) “Oransay’ın bir şeyleri zimmetine geçirdiği ve Kemalpaşa gezisi örneğinde olduğu gibi suçlarına bizleri de alet etmeye başladığı” endişeleri dillendirilmeye başladı.  Ama susmak zorundaydık… Çünkü, her şeyden önce birbirimizi yeterince tanımadığımız için yalnız kalacağımızdan korkuyorduk. Ayrıca Oransay’ın hoşlanmadığı bazı lisans öğrencilerini başarısız gösterip Bölümden attırabilmek için (tüm muhalefetimize rağmen) ne tür baskılar ve ders dağıtım oyunları yaptığını bildiğimiz için,  kendisine karşı gelmemiz ve özellikle de işlediği suçları yüzüne vurmamız halinde  işimizi nasıl bitireceğini tahmin edebiliyorduk… Bu nedenle katlanmaya çalıştık, ta ki öğrenci notlarında tahrifat yapıp daha önceki yıllarda kalmış öğrencileri geçmiş göstermemi istediği ve itirazım üzerine “Yapacaksın ve Pazartesi günü  sabah erkenden getirip önüme koyacaksın!” diye bağırdığı 1 Mayıs 1981 Cuma gününe  kadar…  O kanunsuz emir üzerine verdiğim şikayet dilekçesiyle başlayan tahkikatlar sırasında, Derneğe gelir sağlamak amacıyla tahakkuk ettirip bizlerden topladığı yedişer günlük harcırah paralarını da kendi zimmetine geçirmiş olduğu ortaya çıktı, çünkü dernek hesabında 5 Krş bulunmadığı gibi en küçük bir kayda da rastlanamadı.  (Belge 2 Tahkikat Raporu, 3. madde) ve (Belge 3 Komutanlık Yazısı, 2c maddesi)

İlgili maddeleri, okuyucuya kolaylık sağlamak adına aşağıda yeniden sunuyorum. Gerek duyulursa Belge 2 ve Belge 3’teki tam sayfa orijinallerinden karşılaştırılabilir.

 Belge 2 Tahkikat Komisyonu Raporu, Made 3 (Tam sayfa metin için bkz. Belge 2)

Belge 3 a Sıkıyönetim Komutanlığı Bilgilendirme Yazısı,  Madde 2 c (Tam sayfa metin için bkz. Belge 3 a)

Söz konusu gezi,  (Belge 2) Tahkikat Komisyonu Raporunun  3. maddesinde ve (Belge 3) Sıkıyönetim Komutanlığı Yazısının 2c maddesinde (sadece beş mesai günü hesabıyla) 5 gün olarak zikredilmişse de aslında cumartesi ve pazarı da kapsayacak şekilde 7’şer günlük harcırah tahakkuk ettirilmiş ve Oransay tarafından Musiki Bölümü Başkanı ve Dekan Yrd. İmzasıyla İzmir Valiliğine gönderilmiş olan aşağıdaki  izin yazısında da, “derleme gezisinin 24-30 Mayıs 1980 tarihleri arasında (yani 7 gün) yapılacağı” bildirilmiştir. (Belge 10)

Oransay’ın, bir günlük “hafta sonu gezisini” bir hafta sürmüş “derleme gezisi” gibi gösterip birer haftalık harcırah tahakkuk ettirebilmek amacıyla,  “Musiki Bölüm Başkanı ve Dekan Yardımcısı” unvanlarıyla İzmir Valiliği’ne  gönderdiği 12.5.1980 gün ve 426 sayılı aşağıdaki yazı, yapacağı yolsuzluğa Valilik Makamını bile alet etmekten çekinmediğini açıkça göstermektedir.

Belge  10   Bir gün süren hafta sonu gezisini  bir haftalık derleme gezisi göstermek amacıyla Prof.Dr. G.Oransay tarafından İzmir Valiliğine sunulmuş 12.5.80 tarih ve 426 sayılı izin dilekçesi

Ayrıca şikayetçi taraf olarak, şikayetimle ilgili işlemler konusunda “bilgi edinme hakkım” çerçevesinde Sıkıyönetim Komutanlığına sunduğum 10.2.1982 gün ve SVL.İŞL : 7130-3-82/SYNT.98 sayılı dilekçeme istinaden gönderilmiş olan Tuğgeneral Zeki KÜZECİ imzalı, cevabi (Belge 11a) Komutanlık yazısı ekindeki (Belge 11b) Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Özcan ÖCAL imzalı Rektörlük yazısının 1. maddesinde de “Adı geçen Öğretim üyesi hakkındaki ihbarda konu edilen çeşitli iddialar üzerine biri Rektör yardımcısı olmak üzere 3 profesörden oluşan bir soruşturma komisyonu seçilmiştir. Komisyon evvel emirde iddialar arasında yer alan Kemalpaşa ilçesi Savanda köyüne yapılan 1 günlük gezinin 7 gün olarak gösterilmesi ve fazla harcırah alınması olayını incelemiş ve konu hakkında hazırlanan fezleke Prof.Dr.Gültekin Oransay hakkında son soruşturmanın açılması teklif edilmiştir.” açıklamasıyla, gezinin 7 gün sürmüş gösterildiği, harcırahı ödeyen Rektörlük Makamınca da teyit edilip “Prof.Dr.Gültekin Oransay hakkında son soruşturmanın açılması teklif edilmiştir” denmek suretiyle, olayın Rektörlükçe de saptandığı beyan edilmiştir. Zira o zamanki (bugün de kısmen geçerli olan) mevzuata göre, bir Devlet Memuru hakkında “son soruşturma” kararının verilebilmesi için, ilk soruşturmada “kusurlu” bulunmuş olması, aksi takdirde “soruşturmaya yer olmadığı” kararı verilip dosyanın kapatılmış olması gerekirdi. (Belge 11 a ve Belge 11 b)

Belge 11 a  9.2.1982 tarihli dilekçeme cevaben  Sıkıyönetim Komutanlığınca gönderilen “bilgilendirme” yazısı. 

Belge 11 b  Belge 11 a Sıkıyönetim Komutanlığı yazısı ekinde tebliğ edilen Rektörlük yazısı.

Bir günlük geziyi bir hafta gösterip görevli personele tahakkuk ettireceği birer haftalık harcırahları Dernek adına toplayıp zimmetine geçirebilmek için, Musiki Bölümü Başkanı ve Dekan Yrd. İmzasıyla İzmir Valiliğine gönderdiği yukarıdaki izin dilekçesinde, derlemenin “Bölümde okutulmakta olan ‘Halk Musikisi Derlemeciliği’ dersinin saha çalışmalarını sürdürmek üzere… planlandığını” belirtiyor… Söz konusu gezi, bir hafta değil yanlızca bir gün sürmüş olmakla birlikte, orada bir saha çalışması yaptığımız doğrudur, ancak  biz o çalışmayı(!) halk müziği alanında değil, kiraz bağlarında yapmıştık ve “türkü” değil “kiraz” derlemiştik… 

Yukarıda sunduğum (Belge 10) dilekçesinin  3. paragrafında da, “Bu derleme gezisiyle, aynı zamanda üniversitemizce İzmir yöresinin folklor derleme çalışmaları da başlatılmış olacaktır.” demek suretiyle, bunun bir “başlangıç olacağını” ve dolayısıyla devam edeceğini de” belirtmiş oluyor… Günün birinde kendisine karşı çıkıp yaptıklarını ortaya çıkarmamış ve eskiden olduğu gibi ne isterse yerine getirmeye devam etmiş olsaydık, bir gün kiraz toplamaya gidip yedi gün derleme gezisi yapmış gösterilmemizle sonuçlanan bu tür “dolandırma gezileri”  kim bilir daha ne kadar devam edecek ve yıllar sonra belki de, (işin aslını bilmeyen birileri tarafından)  “1980’li yıllarda İzmir yöresinde düzenli derleme gezileri gerçekleştirerek,  küğ tarihimize altın harflerle yazılacak işler başardı” biçimindeki Oransay methiyelerine malzeme yapılacaktı…

5 – Hayali fatura düzenleme 

Asistan Yaşar Doruk’un, Tahkikat Komisyonuna verdiği üç sayfalık  (Belge 8 a,b,c) yazılı ifadesinin 11. maddesinde “Fen işlerinde görevli çaycı Halil’e kokteyl gideri olarak ödenen ve hiçbir zaman yapılmayan kokteyl için  beşbin küsur lira para ödenmiş (480 harcama kaleminden) ancak bu paranın büyük kısmı elinden alınmış mıdır? Araştırılması.” demişti:

Belge 8 c, Madde 11; Tam sayfa metin için bkz: Belge 8 c, Madde 11

Oransay da, (Yaşar Doruk’un yukarıdaki beyanı konusunda yapılan tahkikatlarda) ilgiliye yaptığı ödemeyi gösteren aşağıdaki (Belge 12)  teklif mektubu ve (Belge 13) faturayı sunmuş.

Belge  12  EÜ GSF Dekanlığına Tütüncüoğlu Kıraathanesinden gelmiş gibi gönderilen ve yapılan incelemelerde sahte olduğu anlaşılan teklif mektubu.

Belge  13 EÜ GSF Dekanlığına Tütüncüoğlu Kıraathanesinden gelmiş gibi gönderilen ve yapılan incelemelerde hayali olduğu anlaşılan fatura

Asistan Yaşar Doruk, Tahkikat Komisyonuna verdiği (Belge 8 a,b,c) üç sayfalık yazılı beyanını 7. maddesinde de: “Ayrıca devlet adına 410 harcama kaleminden alınan değerli kitaplar, bağış olarak verilen kitaplar gerçekten kitaplıkta mıdır” dedikten sonra “Ankara ve İstanbul’dan alınan kitapların faturaları bölümde kesilmektedir. Yok edilmediyse, Oransayda kitapçıların kaşeleri bulunmaktadır, gelen kitapların fiyatını kendi tayin etmekte, üç değişik teklif mektubunu bölümde hazırlamakta ve ödemeyi de adamların banka hesaplarına gönderttirmektedir.” diyordu.

Belge 8 c, Madde 7; Belgenin tam sayfa metni için bkz: Belge 8 c, 7. Madde)

Belge 12 ve Belge 13’de sözedilen “yaş pasta”, “kuru pasta” ve “baklava” gibi yiyeceklerin bir kıraathaneden nasıl satınalınabileceğini (!) anlamakta zorlanan bizler,  Asistan Yaşar Doruk’un yukarıdaki beyanını da öğrenince, Belge 12 Teklif Yazısı ve Belge 13 faturanın da Bölümde hazırlanmış hayali belgeler olabileceğinden kuşkulandık ve o tahkikatı yapmış olan Sıkıyönetim Komutanlığına (ilk şikayet dilekçemden tam bir yıl sonra) verdiğim 5 Mayıs 1982 tarihli dilekçemde, “bir yıl önce yaptıkları tahkikatta, Oransay tarafından sunulmuş olan teklif mektubu ve faturanın araştırılması” talebinde bulundum.

Sözkonusu dilekçem üzerine,  Komutanlık emriyle  Bornova Emniyet Amirliği tarafından, faturada belirtilen adrese gidilerek yapılan inceleme sonucu, düzenlenen aşağıdaki (Belge 14) Zabıt Varakasında (özetle)  “Böyle bir adresin mevcut olmadığı, Bölge genelinde yapılan geniş çaplı araştırmada da, o bölgedeki kıraathanelerden hiç birinin Tütüncüoğlu Kıraathanesi adını taşımadığı, sahiplerinin de Hali Erbay olmadığı tesbit edilmiş olup Halil Erbay tarafından kesilmiş görünen ve tarihi saptanamayan 20 numaralı 5785 TL kıymetindeki faturanın hayali olduğu kanısına varılmıştır” denilmiştir:  

Belge  14  Bornova Emniyet Amirliğince düzenlenmiş 5.5.1982 tarihli  Zabıt Varakası.

Düzenlenen Zabıt Varakası fotokopisinin değil de ıslak imzalı orijinalinin bende nasıl bulunabildiği merak edilebilir: Araştırma ekibindeki komiser ve polis memurları tarafından ıslak imzayla birkaç nüsha olarak düzenlenen  zabıt varakası, Bornova Emniyet Amirliği’nin 5.5.1982 tarih ve 2947/2 sayılı aşağıdaki  (Belge 15) yazısı ile “Uygun görüldüğü takdirde bir suretinin Adnan ATALAY’a verilmesi”  arzıyla Komutanlığa gönderilmiş, Komutanlık da Emniyet Amirliğinin arzını kabul ederek,  ıslak imzalı nüshalardan birini (şikayetçi taraf olmam dolayısıyla) bana göndermiştir.  (O süre içinde Dekanlığımız tarafından “Oransay’a iftira attığım” suçlamasıyla şahsıma  açılan soruşturmalarda kendimi savunabilmem için, yapılan saptamaların birer sureti,  talep ettiğim takdirde bana da tebliğ ediliyordu.)  

Bornova Emniyet Amiri Ferit ÖZBEK imzasıyla (yukarıdaki zabıt varakasına istinaden) Bornova Sıkıyönetim Komutanlığına gönderilmiş olan 5.5.1982 gün ve 2947 sayılı (Belge 15) yazıda da, “Tütüncüoğlu Kıraathanesi, Halil ERBAY, Eski Bornova Yolu No. 19 İzmir” adresi tefrik olunan özel ekiple araştırılmış ise de böyle bir adresin mevcud olmadığı anlaşılmış” deniyordu. (Belge 15)

Belge  15  Bornova Emniyet Amirliğinin Bornova Sıkıyönetim Komutanlığına gönderdiği 5.5.1982 gün ve 2947 sayılı yazısı.

Belge  16     Belge  14 Zabıt Varakası ve Belge 15 Emniyet Amirliği Yazısını tarafıma tebliğ eden  6 Mayıs 1982 gün ve SVL.İŞL : 4300-267-82/SYNT.267 sayılı Komutanlık Yazısı

6 – Halit Recep Arman Kitaplığı Yolsuzluğu

Müzikolog Etem Ruhi Üngör,  ünlü bando şefi ve flüt sanatçısı Emekli Yarbay Halit Recep Arman Bey’in (1902-6.10.1981)  müzikle ilgili Türkçe ve yabancı dillerde yüzlerce kitaptan oluşan kitaplığını satmak istediğini duyunca “O kitapların, değerini bilemeyecek insanlar yerine, İzmir’de yeni kurulmuş olan müzikoloji bölümüne satılmasını”  öneriyor ve kurumların yüksek bedeller ödemeye yanaşmayacağını  tahmin ettikleri için de (şayet müzikoloji bölümü almak isterse) normal değerlerinin çok altında bir bedelle satılması konusunda anlaşıyorlar. Kitapların tam listesini ve düşündükleri satış bedelini Oransay’a bildiriyorlar ve Oransay’dan “Kitapları Fakülte olarak almak istediklerini ve önerilen fiyatları aynen kabul ettiklerini” bildiren aşağıdaki (Belge 17 a) mektup geliyor.

Mektupta parlak kağıt üzerine  daktilo ile yazılmış olan yazılar, üzerinden 42 yıl geçmiş olması nedeniyle, biraz silikleşmiş olduğundan, büyüteç kullanarak okuduğum mektubu, önemli cümleleri kırmızı renkle vurgulayarak, orijinalinin altında yeniden yazacağım. (Siz de büyüterek kontrol edebilirsiniz) Belge 17 b

Belge  17 a   Gültekin Oransay’ın Halit Recep Arman’a gönderdiği, “Kitapları Fakülte olarak almak istediklerini ve önerilen fiyatları aynen kabul ettiklerini” bildiren 19.10.1979 tarihli mektup

Belge  17 b   Biraz okunaksız olan Belge 17 a mektubun yeniden yazılmışı

Oransay tarafından Halit Recep Arman Bey’e gönderilmiş olan yukarıdaki mektubun kırmızı renkle vurguladığım cümlelerinde “Kitapları Fakülte adına satın almak istedikleri, önerilen fiyatları aynen kabul ettikleri” belirtildikten sonra “…Bu faturayı bir müesseseden temin etmede müşkülat yaşarsanız, satmak istediğiniz bütün kitapları kesin fiyat listesiyle birlikte adresimize göndermenizi rica edeceğiz. Yalnız mali yıl işlemlerinin bitmesine çok az bir zaman kaldığı için, fatura ve kitapların bir an önce elimize geçmesi gerekmektedir. Aksi takdirde satın alma işlemi 1980 Temmuz’una kalacaktır.” denmiştir.

Oransay’ın bu mektubunda şu husular dikkat çekmektedir:

a) Fatura için, herhangi bir müesseseden temin edilebilmesi oldukça zor bir yöntem önerdikten sonra “Bu faturayı bir müesseseden temin etmede müşkülat yaşarsanız kesin fiyat listesiyle birlikte adresimize göndermenizi rica edeceğiz” demiş olması düşündürücüdür. Zira faturayı H.R.ARMAN temin edip gönderemezse, kendi satın alacağı kitapların faturasını kendisi mi temin edecek ki “Bu faturayı bir müesseseden temin etmede müşkülat yaşarsanız kesin fiyat listesiyle birlikte adresimize göndermenizi rica edeceğiz” diyebilmiş. Bu ifade,  Asistan Yaşar Doruk’un Tahkikat Komisyonuna verdiği (Belge 8 a,b,c) 3 sayfalık yazılı ifadesinin 7. maddesindeki . “…Ankara ve İstanbul’dan alınan kitapların faturaları bölümde kesilmektedir. Yok edilmediyse, Oransay’da kitapçıların kaşeleri bulunmaktadır, gelen kitapların fiyatını kendi tayin etmekte, üç değişik teklif mektubunu bölümde hazırlamakta” açıklamasını akla getiriyor. Eğer başlı başına skandal olan böyle bir şeyi yapmıyor olsaydı, H.R.Arman’dan “faturasız da olsa  göndermesini” istediği kitapların faturasını nereden, nasıl temin edecekti?…

b) Aynı paragrafta “Yalnız mali yıl işlemlerinin bitmesine çok az bir zaman kaldığı için, fatura ve kitapların bir an önce elimize geçmesi gerekmektedir” diyerek karşı tarafı, “işlemlerin tamamlanmasını beklemeden kitapları göndermeleri” konusunda sıkıştırdığı ve “Aksi takdirde satın alma işlemi 1980 Temmuzuna kalacaktır” diye uyardığı görülmektedir. Mektup 19 Ekim 1979 tarihinde yazıldığına ve daha o zamanki mali yıl başı olan Mart ayına 4.5 ay zaman olduğuna göre “Aksi takdirde 1980 Temmuzuna kalır” sıkıştırması nedendir?  

İyi niyetli bir yaklaşımla, bu tür soruları  aklına bile getirmemiş olduğu anlaşılan H.R.Arman, Oransay’ın mektubundaki  “bir an önce elimize geçmesi gerekmektedir. Aksi takdirde satın alma işlemi 1980 Temmuz’una kalacaktır.” sıkıştırmasının da etkisiyle olsa gerek, kitapları (onca kitap için ciddi bir ambalaj ve nakliye parası ödeyerek) hemen gönderiyor ama çok uzun süre beklemesine rağmen  parası gelmiyor. Bunun üzerine hem kendisi hem de bu işte aracılık etmiş olan Etem Ruhi ÜNGÖR, Oransay’a ardı ardına mektuplar gönderip kitapların parasını istiyorlar fakat önceleri “Rektörlükten henüz ödeme çıkmadı, çıkar çıkmaz göndereceğim” yanıtı veren Oransay, ilerleyen zamanda mektuplara da yanıt vermiyor. Bu sefer Rektörlüğe mektup gönderip bir yıl boyunca paralarının niçin ödenmediğini soruyor ve Üniversitenin tutumundan büyük bir üzüntü duyduklarını belirterek sitem ediyorlar. Rektörlükten gelen cevapta: “Söz konusu kitap paralarının kendilerine göndermesi için bir yıl önce  Dekan Yardımcısı ve Bölüm Başkanı Prof.Dr. Gültekin Oransay’a teslim edilmiş olduğu” bildirilince, gerçek ortaya çıkıyor.

Ben bu olaydan,  Etem Ruhi ÜNGÖR Beyin adıma gönderdiği paketten çıkan uzun mektup ve yazışma belgelerini okuyunca haberdar oldum. Oransay’a karşı başlattığımız mücadeleyi duyunca, kendilerini  aldatmasından duyduğu öfkeyle, mücadelemize destek amacıyla göndermiş.

Oransay, daha önce çalıştığı kurumlarda ve beraber olduğu insanlarda o kadar derin kırgınlık ve öfkelere neden olmuş olmalı ki, kendisine karşı yürüttüğümüz mücadele duyulunca, hiç tanımadığımız insanlardan bile, Oransay’la ilgili bilgi ve belgeler gelmeye başladı ve hatta bunlar arasında, ayrı yaşadığı Ankara’daki eşi merhum Melahat ORANSAY Hanımefendi de vardı…

E.R.ÜNGÖR Beyden gelen dosyada bulunan 40 sayfaya yakın mektup, yazı ve dilekçenin yanı sıra, Bölüm Kitaplığı için Oransay’a gönderilmiş olan kitapların tam bir listesi de vardı. Dolayısıyla ilk işimiz, hiç kimseye hissettirmeden, listedeki kitapların kitaplığımıza girmiş olup olmadığını araştırmak oldu ve H.R.Arman Bey’den Bölüm için alınıp parası Rektörlükçe ödenen kitaplardan hiç birinin kitaplığımıza girmemiş olduğu ortaya çıktı. Böylece yalnızca H.R.Arman’a gönderilmek üzere kendisine teslim edilmiş parayı ilgiliye göndermemekle kalmayıp Bölüm için alınan kitapları da kendi kitaplığına aktardığı anlaşıldı. Nitekim o listede bulunan kitaplardan bir tanesini de Kemeraltı’ndaki, Levent Müzikevi’ne satılması için bırakmış olduğunu görüp hemen satın aldım ve iç kapağında H.R.ARMAN etiketi bulunan bu kitabı YÖK’ten gelen ve kendisini görevden alan son soruşturma komisyonuna  da gösterdim. İşte H. R. Arman Kitaplığından Bölüm için satın alınıp Levent Müzikevin’de Oransay adına satılan 16 no’lu kitap: Feyha TALAY’ın Musiki Tarihi. (Belge 18 a,b)

Belge  18 a   Gültekin Oransay tarafından Bölüm Kitaplığı adına Halit Recep Arman’dan satın alınıp Bölüm Kitaplığı yerine kendi evine götürülen ve daha sonra Levent Müzik Evi’nde Gülteki Oransay adına satılan kitaplardan biri.  (Halit Recep Arman’ın gönderdiği 16 numaralı kitap: Feyha Talay Musiki Tarihi)

Belge  18  b   Gültekin Oransay tarafından Bölüm Kitaplığı adına Halit Recep Arman’dan satın alınıp Bölüm Kitaplığı yerine kendi evine götürülen ve daha sonra Levent Müzik Evi’nde Gülteki Oransay adına satılan kitaplardan biri.  (Halit Recep Arman’ın gönderdiği 16 numaralı kitap: Feyha Talay Musiki Tarihi)

Dekanlığın, karşı soruşturmalarla üstümüze gelip bizleri büyük baskılar altında bıraktığı o günlerde, (Müzikolog E. R. ÜNGÖR ‘ün gönderdiği bilgi ve belgeler sayesinde) haberdar olduğumuz bu yolsuzluk, çok önemliydi ama Fakülte tarafından yürütülecek soruşturmalardan ümidimizi kestiğimiz için, Üniversite yönetimince incelenmekte olan dosyaya Sıkıyönetim Komutanlığı üzerinden gönderilmesinin daha güvenli olabileceğini düşünerek,  Üniversitedeki soruşturma dosyasına eklettirilmesi talebiyle Bornova Sıkıyönetim Komutanlığına teslim ettim.

Sıkıyönetim Komutanlığına verdiğim  dilekçeler (ve varsa ekleri), Komutan tarafından imzalanıp onaylandıktan sonra (daha önceki örneklerde de görüldüğü üzere) “aslının aynıdır” yazılı birer sureti (talebim doğrultusunda) bana verildiği için, o gün sunacağım dilekçe ve eklerinin suretlerini de, aynı şekilde alabileceğimi düşünerek başka bir yerde fotokopilerini yaptırma gereği duymamıştım,  ama Komutanlığa gittiğimde “Tuğgeneral Zeki Küzeci Paşa’nın Tugaya gittiği, dönüşünde onaylatıp benim için birer suretini hazırlayabilecekleri, mesai bitiminde uğrayıp alabileceğim” söylendi. Mesai bitiminde gittiğimde ise, “Komutanın, Tugaydan dönüşte dilekçem ve eklerini hazırlattığı bir sevk yazıyla birlikte Rektörlüğe gönderttiğini ama  gönderme işini bir başka astsubaya yaptırdığı için haberleri olup fotokopi alamadıklarını” öğrendim. Bu yüzden E. R. Üngör’ün gönderdiği birbirinden ilginç öteki belgeleri de sunabilme şansım yok, ama  yukarıda sunduğum bilgi ve belgelerin olayı açıklamaya yeterli olduğunu sanıyorum. Nitekim bu skandalın bizim dışımızdaki insanlar  tarafından da bilindiğini görmekteyim. Örneğin bu olayı, yıllar sonra H.R.Arman’ın Ailesinden öğrenmiş olduğunu tahmin ettiğim Müzikolog Ersin ANTEP, 2011 Kasım tarihli Andante Dergisinin 63. sayısında yayınlanan Türk Marşının Babası, Afganlar’ın Donizetti’si (Deniz Bando Yarbay) Halit Recep Arman” başlıklı yazısının “Vasiyet” başlıklı son paragrafında:

“Halit Recep Arman ‘ dan üç yarıda kalmışlık var önümüzde… Birincisi, gönderdiği ama tüm çabalarına rağmen maddi karşılığı kendisine ödenmeyen kitaplarının yer aldığı Dokuz Eylül Üniversitesi Müzik Bilimleri Bölümü Oransay Kitaplığı ‘ ndaki bir bölüme, hiç olmazsa ” Halit Recep Arman Bölümü ” adı verilmesi…”  demiş. http://www.muzikoloji.org/kose/kose_yazisi_goster.aspx?yazi_id=16

Tıpkı matruşka bebekler  gibi, açılan her skandalın içinden bir başka skandalın çıktığı bu olay, yaşananları tam olarak bilmeyenleri yanıltabileceğinden, Sayın Antep’in yukarıya aynen aldığım önerisinde geçen iki konuyu biraz daha açmakta yarar olabilir:

1 – Sayın Antep, (çok haklı olarak) kurumların bugünkü adlarını kullandığı için, olayın geçmişini bilmeyenler, “karşılığı ödenmeyen kitapların Dokuz Eylül Üniversitesine gönderildiğini” düşünebilir. Oysa, kitaplar Ege Üniversitesine gönderilmişti. Çünkü, Dokuz Eylül Üniversitesinin kuruluşundan (20 Haziran 1982)  sonra (Ege Üniversitesinden ayrılarak) Dokuz Eylül Üniversitesine bağlanmış olan  GSF Musiki (Müzikoloji) Bölümü, H.R.Kitaplığının bu Bölüm adına G.ORANSAY’a gönderildiği 1979 yılında henüz Ege Üniversitesine bağlıydı.   

2 – H. R. Arman’dan Musiki Bölümü adına alınmış olan kitaplar, Musiki Bölümü kitaplığına değil Oransay’ın kendi kitaplığına girdiği (!) ve yukarıda sunduğum “Feyha Talay Musiki Tarihi” örneğinde de (Belge 17 a,b) görüldüğü üzere (en azından bir kısmı) Oransay tarafından satılmış olduğu için, Oransay’ın kitapları, vefatından sonra bugünkü Müzikoloji Bölümüne devredilmiş olsa bile, içlerinde H. R. Arman Kitaplığından kaç kitap kaldığı bilinemeyecektir. Bugünkü Müzikoloji Bölümü Kitaplığında yukarıda verdiğim örnekte görüldüğü gibi “H. R. ARMAN etiketli kitaplar varsa, onları bir rafta toplayıp “HALİT RECEP ARMAN’DAN BÖLÜM ADINA SATIN ALINIP PARASI ÖDENMEYEN VE BÖLÜM YERİNE ORANSAY’IN EVİNE GÖTÜRÜLEN KİTAPLARDAN GERİYE KALANLAR” yazılı bir tabela koymak, gerçekle yüzleşmek bakımından belki yararlı olabilir…

7 – Yüksek Lisans Yolsuzluğu

12 Haziran 1979 tarihinde “asistan” olarak göreve başladığım Musiki Bölümünde, aynı yılın Ekim ayında  (1979-80 Güz yarıyılı)  Yüksek Lisans öğrenimime başladım.

Nedendir bilmiyoruz, ilk derse hafta başı yerine 19 Ekim 1979 Cuma günü başlayan Yüksek Lisans sınıfımız, benimle birlikte  dört Asistan (Kumru Canku, Necati Gedikli, Betül Çağlar, Yaşar Doruk) ve 1 Öğretim Görevlisi (Refik Ünal) olmak üzere toplam 6 öğrenciden oluşuyordu. Gerçi, aynı öğretim yılı başında Bölümümüze Lisans 1. sınıf öğrencisi olarak aldığımız Ü.S. adlı öğrecimiz de,  Prof. Oransay’ın hiç bir zaman anlayamadığımız bir kararı doğrultusunda (8 yarıyıllık bir sıçramayla) Yüksek Lisans öğrencisi yapılıp (!) aramıza alınmıştı ama, öğleden önce Lisans 1. sınıf derslerinde öğrencimiz olarak karşımızda, öğleden sonra Yüksek Lisans öğrencisi olarak yanımızda oturan o Lisans/Yüksek Lisans öğrencisi (!), Yüksek Lisans derslerini anlayabilme konusunda karşılaştığı güçlükten dolayı kısa süre içinde aramızdan ayrılıp tekrar Lisans 1. sınıf derslerine döndü ve (42 yıl sonra yanlış hatırlamıyorsam) o derslerde de başarılı olamadığı için Bölümden ayrıldı.

Lisans 1. sınıftaki bir öğrencinin 8 yarıyıllık (4 yıllık)  bir sıçramayla Yüksek Lisans derslerine alınıp aynı zamanda Yüksek Lisans öğrencisi yapılabilmesindeki sırrı (!),  42 yıl sonra hâlâ anlayabilmiş değilim, anlayabilecek bir kişinin çıkabileceğini de sanmıyorum ama Yüksek Lisans derslerimizdeki tek gariplik bu değildi;  Biz asistanların o dersler içindeki konumlarımız da garipliklerle doluydu: Her birimizin asistanlık görevine başlama tarihlerimiz farklı olduğu için, Yüksek Lisans öğrenimine başlama tarihlerimiz arasında da bir ya da iki yarıyıllık farklar vardı ama Yüksek Lisansta hepimiz aynı sınıfta aynı dersi okuyorduk. Böylece, aynı sınıf içinde,  birimiz 1. yarıyıl, birimiz 2. yarıyıl, bir diğerimiz 3. yarıyıl dersi okumuş gibi gösteriliyorduk… Dört yarıyıllık yüksek Lisans programının her yarıyılında okutulması gereken dersler birbirinden farklı olduğu için de, aynı sınıfta ortak olarak okuduğumuz dersler ve o derslerden aldığımız notların, her birimizin not çizelgesinde (gösterildiğimiz yarıyıla uygun olacak biçimde) ”farklı yarıyıllara ait farklı dersler gibi gösterileceği” söylenmişti…

Bölümümüzde Oransay’dan başka öğretim üyesi bulunmadığı ve  Yüksek Lisans derslerimizin tümüne Oransay girdiği için, aynı zamanda Bölüm Başkanlığı görevini de yürüten ve hatta Lisans sınıflarında Dağar, Arapça , Farsça, Türkçe gibi birkaç derse de giren bir öğretim üyesinin, her birimiz için (gösterildiğimiz yarıyıla uygun) ayrı bir Yüksek Lisans sınıfı açmasının olanaksız olduğunu bilen bizler durumu anlayışla karşıladık ve Dekanlığın da (öyle görünüyor ki) aynı nedenle göz yumup görmezden gelmesi sonucu, dünyanın hiçbir yerinde rastlanamayacak bu garip uygulama  Bölümümüzde tahkikatların başladığı 1981 Mayısına kadar sürdü…

14.1. 1979 tarih 16519 sayılı Resmî Gazetede ilan olunarak yürürlüğe girmiş olan ve tolam 26 maddeden oluşan o zamanki EÜ GSF Yüksek Lisans ve Sınav Yönetmeliğinin hiçbir maddesine uymayan ve özellikle 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 12, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22. ve 24. maddelerini ağır biçimde ihlal eden Yüksek Lisans öğrenim biçimimiz, yukarıda açıkladığım zorunluluklardan dolayı anlayışla karşılanıp sürdürülürken 1980 Kasımında bambaşka bir skandalla karşılaşıp şok olduk:

Bölümümüzün en kıdemli asistanı olup Yüksek Lisans öğrenim süresini dolduran ve hazırladığı “Türkiye Halk Küğünde Taşıl Bezek” başlıklı tez çalışmasını 28 Kasım 1980 Cuma günü, Tez Danışmanı Prof.Dr.Gültekin Oransay, Prof.Dr. Özdemir Nutku ve Prof.Dr. Alim Şerif Onaran’dan oluşan 3 kişilik jüri ve bizlerin önünde başarıyla savunup  Yüksek Lisans Öğrenimini 95 puanla tamamlayan (ve mezun olduğu ilan edilen) asistan arkadaşımız Kumru CANKU, bir süre sonra diplomasını almak için gittiği Öğrenci İşleri Bürosunda “KARTEKSLERDE YÜKSEK LİSANS ÖĞREMİNİN YALNIZCA İLK YARIYILINI TAMAMLAMIŞ GÖRÜNDÜĞÜNÜ, ÖTEKİ ÜÇ YARIYILDA OKUDUĞU DERSLERE AİT NOT ÇİZELGELERİNİN ÖĞRENCİ İŞLERİ BÜROSUNA HİÇ GÖNDERİLMEMİŞ OLDUĞUNU, BU YÜZDEN MEZUNİYETİNİN VE DİPLOMA ALMASININ SÖZ KONUSU OLAMAYACAĞINI” öğrendi…

Bir Bölüm düşününüz ki, 4 yarıyıllık Yüksek Lisans öğreniminizi  ve tezinizi tamamlayıp tez savunmasından geçiyorsunuz ve bir süre sonra diplomanızı almak için gittiğiniz Öğrenci İşleri Bürosundan, daha yalnızca 1. yarıyılı tamamlamış olarak göründüğünüzü (!) o nedenle mezuniyetinizin söz konusu olamayacağını öğreniyorsunuz… Sebep, o dersleri okutan ve aynı zamanda Bölüm Başkanı olan  kişinin (her yarıyıl bitiminden sonraki ilk 15 gün içinde) göndermesi gereken not çizelgelerini, üç yarıyıl boyunca göndermemesi… Not çizelgelerini göndermeyi unuttuğundan da değil, hiç düzenlememiş…  Ortada ne bir not var ne de sınav kağıdı… Çünkü yazılı sınav hiç yapmazdı, sözlü sınav notlarını ise cebinden çıkarttığı küçük kağıt parçalarına yazıp yine cebine ya da elindeki bir kitabın arasına koyardı. Biz o notların daha sonra çizelgelere işlendiğini zannediyorduk ama işlenmiyormuş…

Kumru Canku’nun başına gelenleri duyar duymaz Öğrenci İşleri Bürosuna gidip sorduğumuzda bizim üçer yarıyıllık notlarımızın da gönderilmemiş olduğunu öğrendik !

Telaş içinde Oransay’ın yanına dönüp karşılaştığımız durumu anlattık. Son derece rahat bir tavırla gülerek “Gereksiz yere heyecanlanıp etrafı velveleye vermeyin, ortada bir sorun yok. O, Alsancak’dakilerin ukalalığı. Ne demekmiş diploma veremeyiz! Notlarınız zamanında gönderildi,  onlar işlememiştir. Bölüm Başkanı benim. Ben gerekeni yaparım siz kendi işinize bakın!” dedi. Bunları söylerken o kadar rahat görünüyordu ki, biz de rahatlayıp odalarımıza döndük.

Ama Kumru Canku 7 ay boyunca diplomasını alamadı, çünkü, Öğrenci İşlerine her gidişte aynı cevapla karşılaşıyordu. Derste Oransay’a sorduğunda ise (giderek sertleşen bir tonla) “Ben size kaç defa söyledim, panik yapacak bir şey yok, ben halledeceğim. Yüksek Lisans diplomalarınızı cebinizde bilin”türünden cevaplar verdiği için, eksik notlarımızın gönderildiğini, fakat kartekslere işlenmesinin gecikmiş olabileceğini düşünüp rahatladık. Ama Oransay, her yarıyıl bitiminden sonraki ilk iki hafta içinde göndermesi gerekirken üç yarıyıl boyunca göndermediği notları, Kumru Canku olayından sonraki 7 ay boyunca da göndermeyip Bölümde tahkikatların başlamasından sonra alelacele düzenleyerek gönderdiği not çizelgelerinde, her birimize kafasına göre notlar verdiği için de, Yüksek Lisans öğrenimimiz boyunca adını bile duymadığımız, hiçbir zaman açılmamış bazı derslerden 87, 93, 73, 99 gibi garip notlar almış gibi gösterildiğimizi gördük. Bir kez bile yazılı sınav yapmayıp yalnızca sözlü sınav yapmış olan bir hocanın “sözlü”  sınavlarda 87, 93, 73, 99 gibi ayrıntılı notları nasıl ölçebilmiş olduğu sorusu bir yana, adını bile duymadığımız onca dersten bu notları nerede, ne zaman, nasıl alabildiğimiz de ayrı bir muamma idi…  Konuyu her açışımızda  ”Panik yapacak bir şey yok, ben halledeceğim. Yüksek Lisans diplomalarınızı cebinizde bilin” türünden cevaplarla geçiştiren Oransay, öyle anlaşılıyordu ki, başlamış olan tahkikatlarda bir de Yüksek Lisans notlarının sorun olmaması için, alelacele doldurup gönderdiği çizelgelerde hepimize  “rüşvet” gibi başarı notları dağıtarak olası şikayetlerden kurtulmak istemişti…   Adını bile duymadığımız bazı derslerden aldığımız (!) notlardaki gariplikler bir yana, şu ya da bu şekilde okuduğumuz derslerin notları da bir tuhaftı. Örneğin, kartekslerimizden bir yarıyıl sürmüş görünen “Deneysel Küğler” dersi,  son yarıyılda açılıp sadece 2 saat sürdü ve bir hafta önce Oransay, “Gedikli bu konu senin alanına girer, gelecek hafta Deneysel Küğler dersini sen işle” dediği için, yalnızca 2 saat süren ve bir daha hiç açılmayan Deneysel Küğler dersini, ertesi hafta asistan arkadaşımız Necati Gedikli işleyip “onikiton” sitemine ilişkin temel bilgileri tekrarladı, biz de oturduğumuz yerden onun anlattıklarını dinledik. Dersi Necati Gedikli anlatacağı için Oransay hiç gelmedi. Ama kartekslerimizde hepimiz Necati Gedikli’den çok daha yüksek notlar almış görünüyorduk. Demek ki Necati Gedikli’nin anlattıklarını onun anlattığından çok daha iyi anlamışız (!)  Üstelik dahası da var: Oransay tarafından tek tek seçilerek getirtilmiş asistanlar olduğumuz için (bunu da becerip) Gedikli’nin anlattığı dersi onun anlattığından daha iyi anlamış olabileceğimiz (!) varsayılsa  bile , Gedikli’nin anlattıklarını onun anlattığından daha iyi anladığımızı, o iki saatlik derste hiç bulunmamış olan Oransay nereden anlamıştı? O zamanlar bir mekanı uzaktan izleyip dinleyebilecek kamera sistemleri de henüz olmadığına göre, “hiss-i kable’l-vukû” ya da “mâlûm olma” gibi fizik ötesi güçlerle  içine doğmuştu herhalde…  

Şaka gibi değil mi?  Oysa bizim için tam bir trajediydi… Akademik kariyerimizin ilk basamağı, kendi kusurunu örtbas etmek isteyen bir insanın uydurma notlarıyla resmen kirletilmişti… Üstelik bu durum yalnızca panik halinde gönderilen son 3 yarıyılın notlarında değil, daha önceki notlarda da vardı. Örneğin, zamanında gönderilmiş olan aşağıdaki (Belge 19) 1. yarıyıl not çizelgemde de benzer sorunlar vardı: Yüksek Lisans derslerimizde okuduğumuz tüm derslerden 100, 90, 100, 86 ve 96 gibi yüksek puanlar almış görünmeme karşın, sınavlarına 5 gün üst üste gözümü bile kırpmadan hazırlanıp Oransay’dan çok büyük övgüler aldığım MS 531 Türkiye Küğ Yazım Betimi I dersinden 72 almış görünüyordum. Sınavlarında büyük başarı gösterip Oransay’ın onca övgüsüne nail olduğum bu ders için 100 yerine 72 puan verilerek 28 puanımın kesilmiş olmasını “hocanın takdiridir” deyip kabul edebiliriz ama 4 yarıyıllık Yüksek Lisans eğitimimiz boyunca tek saat açılmamış olan ve adını ilk defa not çizelgelerinde gördüğümüz “MS 507 Palestrina ve Biçimi” dersinden almış göründüğüm 70 puan neyin nesiydi?  Programda olduğu için karşısına not yazmak zorunda olduğu, fakat aslında hiç açılmamış bir ders için not uydururken, “zaten bedavadan alıyor, bari 70 vereyim de boş yere yüksek not almış olmasın” diye mi düşünmüştü?  Hiç açılmamış olan bir ders için uydurduğu % 30’u kesilmiş bu puan, bir Yüksek Lisans notu muydu yoksa açılmamış bir ders için vermek zorunda kaldığı “sadaka” ya da  “sus payı” mı?

Belge 19   EÜ GSF Musiki Bölümü 1979-80 Öğretim Yılı,  1. Yarıyıl, Yüksek Lisans Not Çizelgem.

Bu arada çok ilginç bir gelişme daha oldu. Hızla belge toplamaya başladığımız o günlerde, iki yıl önce benim hakkımda çıkmış (fakat her nedense bana tebliğ edilmemiş…) bir Fakülte Yönetim Kurulu Kararı elime geçti.  Fakülte Yönetim Kurulunun 20.9.1979 gün ve 37/7 sayılı toplantısında alınmış olan aşağıdaki (Belge 20) kararda “Musiki Bölümü asistanlarından Adnan Atalay’ın 1979-80 öğretim yılında yüksek lisans öğrenciliğine kabulüne ve yönetmeliğin 12. maddesi uyarınca bir yıllık bir tamamlama programının uygulanmasına, bu programda, 

(1) MO 133 Selen Fiziği,

(2) MR 205 Küğ Yazımı III,

(3) MR 240-242 Küğ Araştırmacılığına Giriş,

(4) MO 236 Divan Küğü I,

(5) MO 337 Geleneksel Sanat Küğleri Tarihi,

(6) MO 332 Türkiye Küğ Tarihi,

(7) GN 493-494 Osmanlı Paleografisi I-II,

(8) GN 393-394 Osmanlıca I-II,

(9) MR 441-442 Küğ Araştırmacılığı I-II, derslerini almasına oy birliği ile karar verildi.” deniyordu.

Belge 20   Fakülte Yönetim Kurulunun aynı anda hem Lisans Tamamlama hem de Yüksek Lisans öğrenimime başlatılmama ilşkin 3,10,1979 gün  ve 7 sayılı kararı.

Bir insanın aynı yarıyılda hem Yüksek Lisans hem de Lisans Tamamlama programına başlatılmış olmasına şaşırdınız değil mi? Bu kararlar da zaten insanları şaşırtıp yapılmayan şeyleri yapılMIŞ gibi göstermek için alınmış (daha doğrusu Bölüm Başkanı ve o tarihte Dekan Yardımcısı olan Oransay tarafından aldırtılmış) olmalı, çünkü:

1 –  Yüksek Lisans öğrenimimle aynı anda Lisans tamamlama programına da başlatılıp kararda geçen 9 dersi alma gereğim, GEE Müzik Bölümü diplomamın 3 yıllık bir Yüksek Okul diploması olmasından kaynaklanmışsa, gerçeklerle hiçbir alakası olmayan, yanlışlarla dolu bir karar demektir;  Çünkü,  GEE Diplomamın 3 yıllık bir Yüksek Okul diploması olmasına karşın, ben GEE Müzik Bölümünü bitirdikten sonra, aynı Bölümde 4 yıl da asistanlık yapıp asistanlık programımda bulunan dersleri ve asistanlık tezimi başarıyla tamamladığım için, söz konusu 4 yıllık asistanlık programım  4. yıl tamamlama olarak sayılmış ve onun için doğrudan Yüksek Lisans öğretimine kabul edilmiştim. (Belge 21 a,b,c,d) Aksi takdirde,  henüz Lisans mezunu bile sayılmayıp  4. yılı tamamlaması gereken bir insan, Yüksek Lisans öğretimine nasıl başlatılabilirdi?

Belge 21 a GEE Müzik Bölümü 4 yıllık Asistanlık Programım

Belge 22 b GEE Müzik Bölümü Başkanlığının asistanlıktan öğretmenliğe geçişime ilişkin teklif yazısı


Belge 21 c  GEE Müzik Bölümünde 4 yıllık asistanlık dönemimi tamamlayıp anılan Bölümün “Müzik Teorisi ve Kulak Eğitimi Öğretmenliğine” atandığımı bildiren Bakanlık yazısı.

Belge 21 d Bakanlık kararnamesi

Belge 21 e  Belge 21a,c,d Bakanlık kararını tebliğ eden GEE Müdürlük yazısı.

Ülkemizdeki en köklü Müzik Bölümlerinden biri olan GEE Müzik Bölümünün öğretmenleri bir yana, o Bölümden mezun olmuş bazı öğrencileri bile, Oransay’ın kurduğu Musiki Bölümünde hocalık yapacak düzeyde görülüp Lisans derslerini okutmakla görevlendirilirken (Örneğin. Öğ.Gör. Refik Ünal, Öğ.Gör.Ahmet Borcaklı, Asistan Yaşar Doruk, 3 yıllık GEE Müzik Bölümünden mezun olduktan sonra üzerine asistanlık vb. herhangi bir öğrenim de eklememiş müzik öğretmenleriydi, aynı şekilde Buca Eğitim Enstitüsü mezunu olan Asistan Betül Çağlar da  bildiğim kadarıyla 3 yıllık Yüksek okul mezunuydu ve mezun olduğu yıl asistan olarak alındığı Bölümüzde Lisans sınıflarındaki dersleri okutuyordu. O halde, GEE Müzik Bölümü mezuniyetinin üzerine 4 yıl da asistanlık dönemi ekleyip o Bölüme öğretmen olmuş bir insandan Lisans tamamlama istemek nasıl bir çelişkiydi?  

“Üzerine ne tür bir eğitim eklenmiş olursa olsun, diploma üzerindeki öğretim süresini esas alıp 4 yıldan azsa tamamlama programı uygulamak yönetmelik gereğidir” deniyorsa – ki kararda Yönetmeliğin 12. maddesine atıfta bulunulmuş olması öyle düşünüldüğünü gösteriyor- o zaman sormak gerekmez mi:

a) Aynı “tamamlama” , birlikte Yüksek Lisans yaptığımız, (üstelik yalnızca 3 yıllık yüksek okul mezunu olup üzerine asistanlık vb. bir öğrenim dönemi de eklememiş olan) Öğr. Görevlisi Refik Ünal, Asistan Yaşar Doruk ve Asistan Betül Çağlar’a da uygulanmış mıdır?

b) Uygulanmışsa, o kişiler Lisans tamamlama derslerini nerede, ne zaman, kiminle yapmışlardır? Lisans sınıflarıdaki dersleri okutan o kişilerin, aynı zamanda lisans dersi okuduğunu gören bir tek kişi olmuş mudur? “Onlar okumuş da, aynı Bölüm içinde belki biz görememişizdir”(!) diyelim, o zaman, ben kendi Lisans tamamlama programımdaki 8 dersi, nerede, ne zaman, nasıl okumuşum? Yoksa 40 yıl önceki konuşmaları bile günlüklerine kaydedip bugün yapılmışcasına yazabilen ben, okumuşum da haberim mi olmamış? Rahmetli Aziz Nesin “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz” başlıklı radyo oyununu, yıllar sonra Oransay’ın yöneteceği Musiki Bölümünde yaşanacak garabetleri öngörerek mi yazmış?

c) Diyelim ki benim o 9 dersi,  1979-80 öğretim yılında okuyup öğrenmemin gerekli olduğu düşünülmüştü, o halde karardaki kırmızı renkle işaretlediğim MO 133 Selen Fiziği,  MR 205 Küğ Yazımı III, GN 493-494 Osmanlı Paleografisi I-II,  GN 393-394 Osmanlıca I-II derslerini Lisans sınıflarında nasıl okutabiliyormuşum? DEMEK Kİ OKUTURKEN ÖĞRENİYOR  ya da ÖĞRENİRKEN OKUTUYORMUŞUM…  Yetenek meselesi (!) Her şeyin MIŞ gibi MUŞ gibi gösterildiği bir Bölümde bunu da becerMİŞ, ya da “becerdi” gösterilMİŞ olabilirim ama o zaman sormazlar mı adama,  “O Bölümün Lisans öğrenimini o yıllarda  tamamlayıp mezun olan öğrencilerimiz (şimdiki müzikologlar), bir lisans tamamlama öğrencisinin okurken okuttuğu derslerden aldıkları notlarla mı mezun oldular?” diye…

d) İnsan “okuttuğu” dersten “okumuş” gösterilip “mezun”  sayılabilir mi? Yönetmelik ve akıl dışı her türlü uygulamanın  sıradanlaştığı o Bölümde diyelim ki sayıldı, sayılabildi… O zaman nerede benim  Lisans tamamlama diplomam? Böyle bir diploma verilemedi, çünkü, Dekanlık Makamına sunduğum  60 küsur sayfalık dosyayla, hem bu şekilde tamamlaMIŞ gösterileceğim Lisans öğrenimime (!), hem de,  okuyup başarMIŞ gösterildiğim  4 yarıyıllık Yüksek Lisans notlarıma (adını bile duymadığımız halde okuMUŞ ve başarMIŞ gösterildiğimiz derslerden dolayı)  itiraz ettim.

Oransay, tahkikatlar başlayınca alelacele göndermek zorunda kaldığı  üçer yarıyıllık not  çizelgelerinde hepimizi,  programımızda yazılı tüm derslerden (adını bile duymadıklarımız da dahil)  başarılı göstermekle konuyu kapatabileceğini düşünmüş olabilir ama bizim “yasak savma” ya da “sus payı”  kabilinden verilmiş notlarla alınacak bir Yüksek Lisans diplomasını reddedebileceğimizi sanırım beklememişti. Ve… biz onun beklemediği şeyi yapıp tamamı başarılı olan Yüksek Lisans notlarımıza itiraz ettik.. Bunun için not aldığımız tüm dersleri ve aldığımız notları tek tek yazarak oluşturduğumuz yaklaşık 60 sayfalık dosyada hangi dersin açıldığını, hangisinin açılmadığını, açılanların ne kadar sürdüğünü ve ne şekilde yapıldığını tek tek belirtip her birinin altını tek tek imzalayarak, gereği için Dekanlık Makamına sunduk.. Söz konusu dosyayı asistan arkadaşlarımız Kumru Canku, Yaşar Doruk, Necati Gedikli ve ben olmak üzere 4 kişi imzalamıştık.

Bizler verdiğimiz itiraz dilekçesiyle ilgili olarak soruşturma açılmasını beklerken (sanki ortada hiçbir şey yokmuş gibi) notlarına itiraz etmeyen kişilerin mezuniyet işlemleri sürdürüldü. Yetkililerce yapılan “Siz kendi geleceğinizi yakıyorsunuz, bunda hiçbir kötü niyet olmadığı notlarınızın yüksekliğinden belli, insan başarılı gösterildiği çizelgelere  itiraz eder mi, tezinizi bir an önce verin, sizi de mezun edelim bu iş kapansın” yollu tüm telkin ve zorlamaları reddedip itirazımızda ısrar eden bizler, yaptığımız itiraza verilecek cevabı beklerken 6 Ocak 1982 Çarşamba günü,  kendisiyle aynı odayı paylaştığım Öğretim Görevlisi Ahmet Borcaklı “Necati Bey de şu anda Dekanlıkta tezini savunuyor bakalım ne olacak” gibisinden bir şeyler söyledi. Önce anlayamadım bile… İtiraz dilekçemizdeki onlarca sayfayı imzalayarak “Ben bu dersleri almadım. Bu notlar geçersizdir kabul etmiyorum” demiş olan Necati Gedikli’nin tez savunmasında ne işi olabilirdi?  Sonradan fikir değiştirmiş (!) olsa bile aldığı notlara itiraz edip reddetmiş bir insanın tez savunmasına kabulü ne demekti? Yerimden fırladığım gibi Kumru Canku’nun odasına koştuğumu hatırlıyorum, ama ondan sonrasındaki ilk dakikaları günlüğüme yazmamış olduğum için, Canku’nun günlüğünden bir bölümü aynen aktarıyorum:

Kumru Canku’nun günlüğünden:

Bornova’dan Alsancak’taki Dekanlık Binasına taksiyle yetişmiştik. Tez savunmalarının yapıldığı toplantı salonuna girdiğimizde Prof.Dr. Özdemir Nutku “Toplantıda olduklarını” belirtip “dışarıda beklememizi” işaret etti ama “Biz de zaten bu toplantı için geldik. Gedikli’nin tez savunmasını izlemek istiyoruz” deyip girdik.  Savunmanın sonuna yetişebildiğimiz için her iş bitmek üzereydi ki yerimden kalkıp “ O tezin kabul edilemeyeceğini, çünkü Gedikli’nin’tez aşamasına girebilmesi için gerekli olan Yüksek Lisans notlarına itiraz etmiş olduğunu” belirtip birlikte imzaladığımız itiraz dosyasının bir suretini önlerine açarak Gedikli’nin imzalarını tek tek gösterdim. O dosyanın aslını Dekanlığa aylar önce sunmuş olduğumuz halde, herkes ilk defa haberdar olmuş gibi şaşırmış görünüyordu. Kısa bir sessizlik ve kendi aralarındaki fısıltılı konuşmalardan sonra, kendilerine sunduğum dosyayı alıp “Toplantının bittiğini, konunun Dekanlık tarafından değerlendirileceğini” söylediler, salondan çıktık.

Bu olay üzerine Fakülte Yönetim Kurulunun 27.1.1982 gün 12/17 sayılı kararıyla Necati Gedikli’nin Yüksek Lisans mezuniyeti konusunda soruşturma açılıp soruşturmayı yürütme görevi Prof.Dr. Adnan Gülerman’a verildi.  Gülerman Hoca, (Dekanlığa sunduğum dosyada her şeyi ayrıntılı olarak açıklamış olmamdan dolayı olsa gerek) beni ifadeye çağırmadı ama Kumru Canku’nun ifadesi  sırasında yönelttiği soruları ve Canku’nun cevaplarını içeren ifade tutanağını aşağıda sunuyorum. Gülerman Hoca’nın sorduğu sorular ve Canku’nun cevapları incelendiğinde her şey açıkça görülecektir:

Belge 32  Prof. Dr. Adnan Gülerman tarafından yürütülen Yüksek Lisans soruşturmasında asistan Kumru Canku’ya yöneltilen sorular ve Kumru Canku’nun cevapları. BU İFADE TUTANAĞINDA SORULAN SORULAR VE VERİLEN CEVAPLAR, YÜKSEK LİSANS ÖĞRENİMİMİZLE İLGİLİ HER ŞEYİN NE KADAR KEYFİ YÜRÜTÜLDÜĞÜNÜ AÇIKÇA ORTAYA KOYMAKTADIR. (Tutanak biraz  büyütüldüğü takdirde rahat  okunabiliyor.)

Dört asistan arkadaşımızın ortak imzasıyla sunduğumuz dosya ile ilgili olarak Fakülte Yönetim Kurulundan beklediğimiz karar 6 ay sonra çıktı. Kararda “yapılan incelemede hatalı herhangi bir hususa rastlanmadığı, notların geçerli olduğu” belirtiliyordu…  Oysa “hiçbir zaman açılmamış olduklarını” ortak imzalarımızla beyan ettiğimiz dersler için verilmiş olan uydurma notların nasıl geçerli sayılabildiği konusu bir yana, her yarıyıl bitiminden sonraki  ilk 2 hafta içinde gönderilmesi gereken notların 3 yarıyıl sonra gönderilmiş olması bile başlı başına bir “geçersizlik” nedeniydi…

Ayrıca, Fakülte Yönetim Kurulunun 27.1.1982 gün 12/17 sayılı kararıyla “muhakkik” olarak görevlendirilen Prof.Dr. Adnan GÜLERMAN tarafından yapılan soruşturmada, asistan Kumru Canku’ya yöneltilmiş olan sorular ve Kumru Canku’nun verdiği cevapları gösteren 4.2.1982 tarihli yukarıdaki (Belge 22) İfade Tutanağında da görüldüğü üzere, Yüksek Lisans derslerimiz ve sınavlarımızla ilgili her konuda, ilgili yönetmelik maddelerinin nasıl ihlal edilmiş olduğu açıkça ortaya çıkmıştı. Ama kendileri tarafından görevlendirilmiş olan Prof.Dr. Adnan Gülerman Hocamızın tek tek  saptadığı usulsüzlükler bile “görülmek istenmemiş olmalı ki” göz göre göre reddedilip “hatalı herhangi bir hususa rastlanmadığı, notların geçerli olduğu” kararı çıktı…  Bir bakıma haklıydılar da. Çünkü, yönetmelik hükümlerinin neredeyse hiç birine uyulmaksızın sürdürülen keyfi uygulamalara yıllarca göz yumup müdahale etmeyen ve üç yıldan beri gönderilmeyen öğrenci notlarını bile sonuç alacak biçimde isteyemeyen bir yönetimden  başka türlü bir karar da beklenemezdi…

Kumru Canku 8 ay önce tezini verip gecikmeli de olsa diplomasını aldığı için zaten mezun olmuştu, Necati Gedikli “ben o imzaları yanlışıkla atmışım” diyerek itirazını geri alıp mezun olduğu, Yaşar Doruk da (uygulanan baskılardan bıkıp) kendi isteğiyle Üniversiteden ayrıldığı için, birlikte sunduğumuz itiraz dilekçesinin arkasında yalnızca ben kalmıştım.  Bu nedenle Fakülte Yönetim Kurulu kararına, Rektörlük Makamına sunduğum 21.12.1981 gün ve 266/4127 sayılı dilekçemle itiraz ettim. Aynı kampüs içinde 6 aylık bir beklemeden sonra Rektörlükten adıma gönderilmiş  aşağıdaki (Belge 23) cevap geldi:

Belge 23  Fakülte Yönetim Kurulu kararına yaptığım itirazla ilgili olarak 7 ay sonra Rektörlük Makamından  gelen 11.6.1982 tarihli yazı.

Fakülte Yönetim Kurulunun kararına yaptığım itirazla ilgili olarak Rektörlük Makamından  6 aylık bir gecikmeyle (!) verilmiş olan yukarıdaki cevaptan bir şey anladınız mı?…  Pek anlaşılmıyor,  ama aşağıda sunacağım ekindeki Üniversite Yönetim Kurulu kararını okuyacak olursanız, Prof. Dr. Nahide Altan’ın muhalefet şerhi nedeniyle “oy çokluğuyla” alınan kararda “Halen Musiki Bölümü eski Başkanı hakkında sonuçlanmamış tahkikatla ilgili olan konunun Fakültesince ele alınıp yeniden değerlendirilmesine, oy çokluğu ile karar verildi.” dendiği görülecektir… (Belge 24)

Belge 24  Fakülte Yönetim Kurulu kararına yaptığım itirazla ilgili olarak Belge 23 Rektörlük yazısı ekinde gönderilen Rektörlük Yönetim Kurulu Kararı

Yukarıdaki Kurul Kararını okudunuz, şimdi lütfen düşününüz!

1 –  Altı Yüksek Lisans öğrencisinden dördünün ortak imzasıyla sunduğumuz dosyada, her şey en ince ayrıntısına kadar açıklanıp belgelenmiş olduğu halde, yaptığımız itirazın, Fakülte Yönetimince “reddedilmiş” olması da yeni bir suç değil miydi? Yasalara göre bir  suçun işlendiğini öğrenip de gereğini yerine getirmeyen ve özellikle de “reddedip” yok göstermeye çalışan yetkililer için yasal işlem yapılması gerekmez miydi?  Üniversite Yönetim Kurulu Kararında bu konuya neden değinilmemiş?

2 –  Bizler “başarısız” gösterildiğimiz kartekslere değil “başarılı” gösterildiğimiz kartekslere itiraz etmiştik. İtiraz etmeyenlerin mezun edildiği bir ortamda,  mezuniyetimizi engelleyecek bir itirazda bulunup bu denli ısrar etmemizin hiç bir anlamı yok muydu?

 3 – 11 Aralık 1981 tarihli dilekçemle yaptığım itirazı 6 aylık  gecikmeyle 8 Haziran 1982 tarihinde görüşen Rektörlük Yönetim Kurulu, Fakülte Yönetim Kuruluğun  yapmaya çalıştığı şey apaçık ortada iken, aynı dosyayı “yeniden görüşülüp karara bağlaması” için aynı kurula yeniden gönderme kararını hangi beklentiyle alabilmiştir?  Gerçek niyet o olmasa bile, bir tür “oyalama taktiği” ya da futbol maçlarındaki ifadeyle “top çevirme” izlenimi veren bu karara Prof.Dr. Nahide Altan’dan başka karşı çıkan neden olmamıştır? 

4 – Kararlar muhalefet şerhleri ile birlikte anlam taşıyacağına göre, yukarıda sunduğum Rektörlük yazısı ekinde gönderilen ve ASLININ AYNIDIR ibaresi konulmuş olan karar suretine Prof.Dr.Nahide Altan Hocanın muhalefet şerhi niçin yazılmamıştır? Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi olan ve yolsuzluklara karşı çıkışıyla tanınan merhum Nahide Altan Hoca, muhalefet şerhinde ne yazmış olmalı ki Rektörlük Makamı bana gönderdiği karar suretine o şerhi yazmamıştır?  Şerhi yazılmamış (dolayısıyla eksik) bir karar örneği, nasıl olup da ASLININ AYNIDIR yazılıp imzalanabilmiştir?

5 – Rektörlük Yönetim Kurulunun 6 ay beklettikten sonra  “haklı” ya da “haksız” hiçbir yorum yapmadan aynı dosyayı, o kararı alan kurula “bir daha incelenmesi” isteğiyle yeniden göndermesinden (gerçek niyet o olmasa bile) OYALAMA dışında bir sonuç beklemek mümkün müdür?  Yaşanacaklar, yaşanmış olanlardan belli olmuyor mu?  Fakülte yönetim kurulu  kararında ısrar edecek, biz yeniden Rektörlüğe itiraz edeceğiz, 7 -8 ay sonra yine benzer bir karar çıkacak ve bu süre içinde uğradığımız baskılardan, çarptırılmak istendiğimiz cezalardan yılarak tıpkı Asistan arkadaşımız Yaşar Doruk’un yapmak zorunda kaldığı gibi, başka bir kuruma geçecek ya da istifa edip gideceğiz, mesele kapanacak… Ama pes etmeyip direndim. Çünkü daha Ege Ordu Komutanlığına ilk başvurumu yaptığım 4 Mayıs 1981 Pazartesi sabahı evimden çıkmadan önce, yatağında melekler gibi uyuyan 3 aylık kızımın üzerine elimi koyup Seni aç bırakmak bahasına , bugün çıktığım yoldan dönmeyeceğim Selen diye yemin etmiştim…  Maruz kaldığım tüm baskılara, uğradığım tüm haksızlıklara, tüm mağduriyetlere rağmen ve akademik geleceğimi yaktığımı bile bile sonuna kadar direndim ve ORANSAY hak ettiği sonu yaşadı… Ama tam da yaşadı denemez, çünkü işlediği suçların her biri,  ayrı bir hapis cezası gerektirirken o sadece “üniversiteden ve kamu görevinden uzaklaştırma” cezasıyla kurtulmayı başardı. 

Sonuç ne oldu biliyor musunuz?  Oransay’la ilgili soruşturmalar aylarca geciktiririlip oradan oraya sevk edilerek 2 yıl tüketildikten sonra Oransay’ın görevden alınmasıyla kapandığı için  benim 4 yarıyıllık Yüksek Lisans öğrenimim de hiç bir karara bağlanmadan yanmış oldu (!) ve yıllar sonra, Oransay tarafından murdar edilmiş olan Lisans tamamlama ve Yükesk Lisans diplomalarını reddettiğim için, 4 yıl GEE Müzik Bölümünde, 4 yıl da EÜ GSF Musiki Bölümünde olmak üzere toplan 8 yıllık asistanlık ve 8 yıllık Yüksek Okul hocalığımdan sonra, Öğretim Görevlisi olarak çalışmakta olduğum Buca Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümünde önce yeniden lisans tamamlayıp hocası olduğum Fakülteden mezun (!) oldum (Belge 25) ardındanda yeniden Yüksek Lisans Sınavına girip ikinci kez Yüksek Lisans yaparak 1981 yılında almam gereken Yüksek Lisans Diplomasını 8 yıllık bir gecikmeyle 1989 yılında alabildim… (Belge 26)

Belge 25 Lisans Tamamlama Diplomam (1986)

Belge 26  Yüksek Lisans ve Bilim Uzmanlığı Diplomam (1989)

Oransay’la ilgili yolsuzluk belgelerini sunduğum bir yazıda kendi diplomalarımı da belge olarak kullanmış olmam, ilk ilk bakışta belki anlamsız gelebilir ama, 1979 yılında başlatıldığım bir Lisans Tamamlama ve  Yüksek lisans öğrenimine ait diplomaları,  aynı süreçlerden ikinci kez geçerek 7-8 yıl sonra alabilmem, daha önceki sürecin Oransay’ın yönetmelik ve etik dışı uygulamaları nedeniyle katledilmiş olmasındandır. Bu nedenle de yukarıdaki diplomalar, öğrencilerine kaybettirdiği yılların somut belgeleridir.

Şimdi de yaşananlar hakkında dedikodudan öte hiçbir bilgisi olmayan birileri kalkmış, “Oransay’a kötülük ettiğimiz” imalarında bulunabiliyor… Bırakın iki yıllık Yüksek Lisans öğrenimlerinin tümüyle murdar edilip yakılmış olmasını, okudukları dersler ya da girdikleri sınavların yalnızca birinde bile yaşadıklarımızın binde biriyle  karşılaşmış olsalar, kendileri acaba ne yapardı? Mesnetsiz iddia ve imalarla insan suçlayabilme konusunda gösterdikleri cür’et ve pervasızlığa bakılacak olursa, ortalığı ayağa kaldıracaklarından hiç kuşku duyulmuyor.  Kaldı ki, Yüksek Lisans öğrenimlerimizin murdar edilip yakılması, iki yıl boyunca yaşadıklarımızın yanında devede kulak kalır. İlerleyen sayfalarda belgeleriyle ortaya koyacağım üzere, biz çok daha ağır haksızlıklara uğradık ve uğradığımız haksızlıklar hepimizin akademik geleceğini kararttı. O nedenle imaya falan gerek yok, Oransay’la mücadele eden bizlerdik. En yoğun mücadeleyi de ben başlatıp ben verdim, bundan da gurur duyuyorum. Ama bizim gücümüz onun gibi güçlü bir figürle baş etmeye yetmezdi, yetmedi de… O, kendi yanlışlarında boğuldu…

“Oransay size başarılı notlar verip mezuniyet kapısını açmış ama siz itiraz edip kabul etmemişsiniz. İtiraz etmeyenler mezun olmuşlar. Kendi itirazınız yüzünden yanan Yüksek Lisans öğreniminiz için hocayı neden suçluyorsunuz? “ diyen olabilir ama, bizler, akademik kariyerimizin ilk basamağı olacak Yüksek Lisans öğrenimimizin, tahkikatlar başladıktan sonra  alelacele gönderilmek zorunda kalınan  üçer yarıyıllık not  çizelgelerimizde,  adını bile duymadığımız derslerden “ulufe” misali verilmiş notlarla kirletilmesini içimize sindiremediğimiz için itiraz ettik. Çünkü onlar birer “not” değil, yapılan yolsuzluğa itiraz etmemizi önlemek için verilmiş birer “sus payı” birer “rüşvetti”. Oysa biz, “ulufe” değil, ”rüşvet” değil, hakkıyla kazanılmış, diplomalar istiyorduk. Dolayısıyla  o notları içimize sindirmemiz mümkün değildi… Tabi sindirebilenler mezun sayılıp yükseldiler…

“Yükselmek” sonuç değil de amaç olunca, bizim titizlik gösterdiğimiz konuların bir önemi kalmayabiliyor ve önüne konulan diplomayı elinin tersiyle itip reddederek ”alçakta” kalmayı tercih eden bizim gibilere ENAYİ diyorlar… Belki haklılar da ama, bizler yükselirken alçalmak ile alçalırken yükselmek arasında tercih yapıp onların ENAYİLİK dediği ikinci yolu seçtik… (Birçok dezavantajı olsa da, aynaya baktığınızda midenizin bulanmaması, yetiyor…)

8 –Lisans Öğretiminde Yolsuzluk

Oransay yönetimindeki Musiki Bölümünde, yalnızca Yüksek Lisans öğretimi değil, Lisans öğretimi de yasa ve yönetmeliklere uygun olarak sürdürülmüyordu.  9.10.1979 tarih 16779 sayılı Resmî Gazetede ilan olunarak yürürlüğe girmiş olan ve toplam 46 maddeden oluşan Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Lisans Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin bir çok maddesi  çarpıtılarak uygulanmakta ve son derece önemli olan 30, 32. ve 37. maddeleri açıkça ihlal edilmekteydi.   Yapılan ihlallerden örnekler:

8.1 – Öğrenci notlarını Dekanlık Öğrenci işleri Bürosuna 3 yıl boyunca göndermeyerek resmiyet kazanmasını engelleyip sonradan değiştirilip tahrif edilebilir halde tutulmalarına ve bir kısmının kaybolmasına yol açmak

Daha önceki bölümlerde de açıkladığım üzere, Musiki Bölümü, ilk olarak Alsancak’taki Dekanlık Binasında açılıp daha sonra Bornova  EÜ Kampüsünde Tekstil-Tasarım Bölümüyle ortak olarak kullandığımız binaya taşınmış ve Bornova’ya taşındıktan sonraki yıllar içinde de, Dekanlık Binasındaki Öğrenci İşleri Bürosuna hiç not gönderilmemiş. (Ben, asistanlık görevime 12 Haziran 1979 tarihinde Bornova’daki binada  başladığım için Dekanlık Binasında başlayan daha önceki dönemi bilmiyorum.)

O dönemde geçerli olan Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Lisans Öğretim ve Sınav Yönetmeliğine göre, (öğrenci notları, ancak Öğrenci İşleri Bürosundaki kartekslere işlendikten sonra resmiyet kazanacağı için) her yarıyıla ait not çizelgelerinin yarıyıl bitiminden sonraki ilk 2 hafta içinde Öğrenci işlerine gönderilerek kesinleşmesi gerekirken, notlar üç yıl süreyle Bölümde tutulup (Fakülte Sekreteri Tamer Kinson’dan gelen tüm uyarılara rağmen) gönderilmemiş.  Not çizelgelerini Öğrenci İşlerine  göndermesi gereken makam Bölüm Başkanlığı olduğu için de, bizler Bölüm Başkanlığına teslim ettiğimiz çizelgelerin gönderilmemiş olduğundan haberdar değildik. Durumu, (Dekanlıktan gelen yazılar üzerine sıkışan Oransay’ın) 1981 Martında yaptığımız bir Bölüm Kurulunda, beni, “üç yıldan beri gönderilmemiş olan not çizelgelerini düzenleyip Dekanlığa gönderilebilecek duruma getirmekle”  görevlendirmesi sırasındaki açıklamalarından öğrendik.

Toplantı bitiminde, Oransay tarafından verilen çizelge tomarlarını düzenleme işine hemen girişip, üç yıl boyunca her bir ders için hocalar tarafından düzenlenip Bölüm Başkanlığına teslim edilmiş olan not çizelgelerini Dekanlığa gönderilecek çizelgelere geçirmeye başladım fakat bir süre sonra bazı derslere ait çizelgelerin eksik olduğunu, bazılarında da yazım hataları bulunduğunu fark ettim. Örneğin Oransay’ın okuttuğu bir dersle ilgili olarak kendisi tarafından düzenlenmiş bir çizelgede,  B.A. adlı öğrencimizin notu rakamla 65, yazıyla 75 görünüyordu. Bazı derslerin not çizelgeleri ise hiç yoktu. Ayrıca çizelgeler arasında, kartekslerde karşılığı olmayan çok sayıda “Bağışlama Sınav Notu” vardı, çünkü yönetmeliğin 32. maddesi ihlal edilerek, her yarıyılın hem başında hem de sonunda olmak üzere  (aynı yarıyıl için) iki  bağışlama sınavı yapılmış olduğu görülüyordu.  Oysa kartekslerde, yönetmeliğe aykırı olarak fazladan yapılmış olan (BÜTÜNLEME SINAVI niteliğindeki) yarıyıl sonu bağışlama sınavlarının yazılabileceği bir hane yoktu. Konuyu Bölüm Kuruluna getirip “eksik not çizelgelerinin getirilmesini, çizelgelerdeki 65/75 gibi not yanlışlarının düzeltilmesini ve kartekslerde karşılığı olmayan ‘Bağışlama Sınav Notlarını’ (!) nereye nasıl yazabileceğimin açıklanmasını” istedim. Oransay son derece rahat bir tavırla “Bağışlama Sınavlarını, öğrencileri mağdur etmemek için, ilgili yarıyılların sonunda da yaptık, sen onların yerlerini değiştir yarıyıl başında yapılmış gibi göster. Notlarını henüz vermemiş olanlar da getirip sana versinler ama sen onları beklemeden gelmiş olanları işlemeye başla” dedi. Bu isteğindeki yanlışı o anda fark edemeyip gelenlerle çalışmaya başladığımda yarıyıl sonundaki sınavlar,  yarıyılın başında yapılmış gibi gösterilmeye çalışıldığı takdirde tarihlerin tutmayacağını fark edip o sorunu da ilettim ama “Patron (bizlere genellikle Patron diye hitap ederdi) ayrıntılara bu kadar takılma, tarihlerini değiştirip o tarihte yapılmış gibi gösterirsin olur biter” cevabını aldım. Bunu “yapamayacağımı” söyleyince de “Sen kaygılanma, sorunlu dediğin notları bir yana ayırıp ötekileri bir an önce işle, hepsi bitince birlikte hallederiz” dedi. Ben de söylediği gibi yapıp sorun çıkmayanları işledim ama ilerleyen aylar içinde ne eksik olan not çizelgeleri geldi ne de rakamla 65 yazıyla 75 görünen iki nottan hangisini yazacağım açıklandı, ben de bu nedenle görevi tamamlayıp  kendisine teslim edemedim. O güne kadar farkında olmadığımız sorun, son derece net anlaşılmıştı. Bölüm Başkanının yaptığı program gereği  “Bağışlama Sınavı” adı altında yapageldiğimiz ikinci sınavların yönetmeliklerde karşılığı yoktu… Sonra da benden kartekslerde yeri olmayan bu sınavları, yarıyılın başında yapılmış gibi göstermem isteniyordu… Bunu yapmadığım için de yıllardır gönderilmemiş olan notlar yine gönderilemedi. 

Durumu Oransay’a haber verdiğimde “Patron sen hatalı ya da eksiği olan çizelgeleri Bölüm Kuruluna getirip Hocalara geri ver, herkes kendi çizelgelerini kontrol edip eksiklerini tamamlasın, kartekslere geçirme işini ondan sonra yaparsın” dedi ve ilk Kurul Toplantısında dediği gibi yaptım. Ancak dağıttığım çizelgelerin tamamı geri dönmeden tahkikatlar başladığı ve ben elimdeki  kalan tüm çizelgeleri  Tahkikat Komisyonuna teslim ettiğim için, not çizelgeleriyle hiçbir ilişkim kalmadı. Gerçi daha sonra Bölüm Sekreteri tarafından (elden)  tebliğ edilen, aşağıdaki  imzasız ve  mühürsüz (Belge 27) Fakülte Yönetim Kurulu Kararında “Musiki Bölümü başkanlığının 27.5.1981 tarih ve 686 sayılı yazısı okundu. Musiki Bölümü Başkanlığınca Dekanlığa intikal ettirilmeye başlanan Bölüm sınav çizelgelerinin öğrenci işleri bürosunda kartlara işlenmesini Musiki Bölümü adına denetlemek üzere As. Adnan ATALAY’ın görevlendirilmesine ve bu görevi Dekanlıkta yürütmesine oybirliğiyle (karar verildi)” denmiş olsa da,  görev yerimin ve statümün değiştirilmesi demek olan bu kararı  tebliğ eden Bölüm Sekreterine, “Mühürsüz ve imzasız  bir yazıyı dikkate almayacağımı, dikkate almam isteniyorsa usulüne uygun biçimde mühürlü, imzalı karar örneği göndermeleri gerektiğini” söyleyip yerine getirmedim.  

Yerine getirmediğim kararın,  “Musiki Bölümü Başkanlığının 27.5.1981 tarih ve 686 sayılı yazısına dayandığı” belirtiliyordu. Oysa Oransay, o tarihten bir gün önce 26.5.1981 günü Bölüm Kurulunda yaptığı (Belge 1 a,b) konuşması nedeniyle 27. 5. 1981 Çarşamba günü, Sıkıyönetim Komutanlığınca göz altına alınmıştı. Dolayısıyla aynı gün Dekanlığa gönderdiği beyan edilen 27. 5.1981 gün ve 686 sayılı yazıyı ne ara yazmış olabileceği de ayrı bir muamma (!) idi…  Üzerine mühür ve imza koymaya bile çekinildiği anlaşılan bu karar,  uygulanamadı ama, Musiki Bölümünden o tarihe kadar Dekanlığa gönderilmemiş olan not çizelgelerinin 3 yıl sonra  yeni  yeni gönderilmeye başlandığı, karardaki “Musiki Bölümü Başkanlığınca Dekanlığa intikal ettirilmeye başlanan Bölüm sınav çizelgeleri” ifadesiyle RESMEN AÇIKLANMIŞ OLDU.  Peki bu durumda, “Daha önce Oransay tarafından mezun ilan edilmiş olan öğrencilerin neredeki notlara istinaden mezun sayıldıkları” soruldu mu? Hayır… O da sorulmadı ve soruşturmalar, işte bu ve benzer nedenlerden dolayı iki yıl boyunca sonuçlanamadı…

Belge 27  Görev yerimin değiştirilmesine ilşkin mühürsüz ve imzasız Fakülte Yönetim Kurulu Kararı

Bana 29 Mayıs 1981 Cuma günü öğleden önce tebliğ edilen yukarıdaki karara, (mühürsüz ve imzasız tebliğ edilmiş olduğu için) uymamakla birlikte, bu haklı davranışımın da, görevden uzaklaştırılabilmemi sağlayacak yeni bir gerekçe olarak kullanılma olasılığına karşı,  aynı gün öğleden  sonra Bornova Sıkıyönetim Komutanlığına sunduğum 29.5.1981 tarihli dilekçemde, söz konusu kararı ek yapıp, “Bölümde işlenen suçlardan şikayetçi olduğum için görev yerim değiştirilerek cezalandırılmaya çalışıldığımı, mühürsüz ve imzasız tebliğ edilen karara uymayacağımı, uymam isteniyorsa mühürlü ve imzalı bir karar örneği gönderilmesi konusunda ilgili makamların uyarılmasını” arz ettim. Adıma gönderilen ve Rektörlük Makamına tebliğ edildiği bildirilen Tuğgeneral Hayri TERZİOĞLU imzalı aşağıdaki (Belge 28) uyarı yazılarından sonra “görev yerimin değiştirilmesine” yönelik mühürsüz imzasız karar, bir daha gündeme hiç gelmedi.  Böylece görev yerimin ve statümün değiştirilmesine yönelik ilk girişim atlatılmış olmakla birlikte, (ileride belgeleriyle göreceğiniz üzere) cezalandırılmama, Bölümden uzaklaştırılmama ve hatta görevden tamamen çıkarılmama yönelik girişimlerin arkası hiç kesilmedi…

Belge 28  Sıkıyönetim Komutanlığının,  görev yerişmin değiştirilmesi girişimiyle ilgili uyarı yazısı

Dekanlığa 3 yıldan beri göndermediği not çizelgelerinin bir kısmını da kaybetmiş olduğu anlaşılan Oransay, tahkikatların başlangıcından yaklaşık  5 ay sonra, bana ve tüm öğretim elemanlarına gönderdiği 21 Eylül 1981 tarihli aşağıdaki (Belge 29) yazısında, söz konusu kayıpların suçunu da benim üzerime yüklemeye çalışarak: “Bütün arasınav notlarının bölüm başkanlığında bulunması gerekirken , As. Adnan Atalay’ın öğrenci işlerini yürütmekle görevli olduğu sırada arasınav not çizelgelerinden bir bölümünü yanlışlıkla öğreticilere geri verdiği saptanmıştır. Bu yoldan geri aldığınız ya da bölüm başkanlığına şimdiye kadar henüz vermediğiniz bütün ara sınav not çizelgelerini, (…) teslim etmenizi rica ederim” diyordu…

Belge 29  Bölüm Başkanlığının 21/9/1981 gün ve 126 sayılı yazısı

Yıllarca toplayıp göndermediği notları 3 yıl sonra bulamamanın çaresizliği içinde yazmak zorunda kaldığı yukarıdaki yazı,  KENDİ İMZASIYLA YAPILMIŞ TAM BİR İTİRAFTI.

Çünkü,

1 – 21 Eylül 1981 tarihli bu yazı, 3 yıldan beri göndermemiş olduğu not çizelgelerini, tahkikatlardan sonraki 4,5 ay boyunca da göndermediğinin  ve  hâlâ toparlamaya çalıştığının itirafıdır.

2 – “As. Adnan Atalay’ın öğrenci işlerini yürütmekle görevli olduğu sırada arasınav not çizelgelerinden bir bölümünü yanlışlıkla öğreticilere geri verdiği saptanmıştır.”  iddiasından  sonra “ Bu yoldan geri aldığınız ya da bölüm başkanlığına şimdiye kadar henüz vermediğiniz bütün ara sınav not çizelgelerini bölüm yazmanlığına 22.9.1981 Salı öğle saatine kadar teslim etmenizi rica derim.” demiş olması, “yanlışlıkla öğreticilere geri verdiğimi” iddia ettiği ara sınav not çizelgeleri dışında,  “bölüm başkanlığına şimdiye kadar henüz verilmemiş olan” çizelgeler olduğunun da itirafıdır. O zaman sormak gerekmez miydi 3 yıldan beri göndermedin ama ondan sonraki 4,5 ay boyunca neredeydin?”  diye.

3 –  Ve… yine sormak gerekmez miydi  “5 Mayıs 1981 tarihinde yaptığı seninle ilgili şikayetinden dolayı, hakkında soruşturma üstüne soruşturma açtırıp cezalandırmaya çalıştığın Adnan Atalay, kendisine verilen görev konusunda (“yanlışlıkla” bile olsa)  bu kadar büyük bir hata yapıp 3 yıldan beri gönderilmemiş olan notların bir 4,5 ay daha gecikmesine neden olmuşsa, hakında (bu konuda) niçin en küçük bir işlem yapmadın, neden şikayetçi olmadın? diye…

Şikayetçi olabilecek durumda olsa bir an bile gecikmezdi ama olmadı, OLAMADI,  çünkü aynı gün kendisine verdiğim aşağıdaki (Belge 30) cevap dilekçemde (özetle)  Ara sınav not çizelgelerini öğreticilere (yanlışlıkla değil, eksik ve hatalarını düzeltmeleri için ) kendisinin direktifiyle dağıttığımı ve düzeltilmiş çizelgeleri bana değil Bölüm Başkanlığına vermelerini duyurduğumu, kendisinin de Kurulda onayladığını, (kendiminkiler de dahil olmak üzere) üzerimde Bölüm Başkanlığına vermediğim hiçbir çizelge bulunmadığını” arz ettim… Onun için tüm Kurul üyelerinin tanık olduğu bu konuda  beni suçlayacak hiçbir işlem yapamadı, ki onun amacı da  zaten beni suçlamak değil, konuyu o güne kadar savsaklayıp zamanında yapmamış olmasına gerekçe üretmeye çalışmaktan ibaretti…

Belge 30  Bölüm Başkanlığına sunduğum 22.9.1981 gün ve 22 kayıt nolu dilekçem.

8.2 . Lisansal derslerinden bir çoğunun asistanlar tarafından okutulması

O günkü üniversite yasasına göre (1750 sayılı yasa) asistanların Lisans sınıflarında ders okutma yetkisi yoktu ve asistanlar yalnızca herhangi bir dersi okutan öğretim üyesi veya öğretim görevlisine, o dersin uygulama ve deneylerinde yardımcı olmak üzere görevlendirilebilirlerdi. Oysa Bölümümüzdeki Lisans derslerinin büyük çoğunluğunu biz asistanlar okutuyorduk. Ancak yönetmelik ve yasalara karşı hile yapıp durumu gizleyebilmek için dersler Oransay ve öğretim görevlilerinin üzerinde gösteriliyor (haliyle ders ücretini de onlar alıyor) fakat ders notlarının hazırlanmasından, derslerin işlenmesine, sınav sorularının hazırlanmasından uygulanması ve değerlendirilmesine kadar her şey tamamen bizim tarafımızdan yapılıyordu. Örneğin 11 Kasım 1981 tarihinde Bölüm Başkanlığına sunduğum aşağıdaki (Belge 31 a) Yıllık Faaliyet Raporumun 1. sayfasında da görüleceği üzere 1980-81 Kış ve Yaz Yarıyıllarında yalnızca ben bile toplam 11 ayrı dersi okutmuş ve raporda kırmızı renkle işaretlediğim satırda da belirtildiği üzere x işareti konmamış olan 6 dersi de hiç kimsenin rehberliğinde olmaksızın tek başıma okutmuşum. Kaldı ki Oransay’ın rehberliğinde okutmuş göründüğüm x işaretli öteki 4 derste de, Oransay’ın sadece adı vardı. Okuttuğum dersin tek saatinde bile bulunmadığını o dönemdeki tüm öğrencilerimiz bilir.

Belge 31 a   Kasım 1980 – Ekim 1981 arası faaliyet raporum  1. sayfa.

Belge 31 b  Kasım 1980 – Ekim 1981 arası faaliyet raporum  2. sayfa.

Yine Oransay tarafından adıma gönderilen aşağıdaki 16.7.1981 gün ve 22 sayılı (Belge 32 a) resmi yazının 2. maddesinde: “2) 1980/81 yaz yarıyılında görevlendirildiğiniz bütün derslerin her türlü devam ve not çizelgeleri, öğrenci ödevleri, sınav kağıtları …” denmiş olması da, Lisans sınıfındaki dersleri  okutmakla görevlendirildiğimizi, ödev ve sınav kağıtlarının da bizde olduğunu, dolayısıyla sınavların tarafımızdan yapılıp değerlendirildiğini açıkça göstermektedir.

Belge 32 a   Bölüm Başkanlığının 16/7/1981 gün ve 22 sayılı yazısı.

Belge 32 a Başkanlık yazısına (kendisine imzalatarak) vermiş olduğum (aşağıdaki)  Belge 32 b  yazılı cevabımın  3. maddesinde de,  “söz konusu dersleri tek başıma okutmuş olduğumu” belirtip “yarıyıl sonu kanaat notlarımı 17.7.1981 tarihinde teslim edeceğimi” belirtiyorum:

Belge 32 b  Belge 32 a Başkanlık yazısına verdiğim yazılı cevap (Dilekçemde ilgi kurduğum Belge 32 a Başkanlık yazısının tarihini 16 Temmuz yerine yanlışlıkla 17 Temmuz yazmışım.)

Aynı şekilde Oransay tarafından adıma gönderilen aşağıdaki 11.2.1982 gün ve 40 sayılı (Belge 33) resmi yazıda:

“1) 1981/82 kış yarıyılında öğretici olarak üstlendiğiniz yada yardımcı olarak işlemlerini yürüttüğünüz bütün derslere ilişkin

            a) yarıyıllık öğrenci yoklama çizelgelerini,

            b) derste fiilen işlenmiş konuların dökümünü (müfredatı)

            c) öğrencilere yaptırılmış ödevleri

            ç) ara sınav ve sınav sorularının ve öğrenci yanıt kâğıtlarını 8 şubat 1982 çalışma saati bitimine kadar bölüm yazmanlığına teslim etmeninizi rica eder,

            2) Geçmiş ders yıllarına ilişkin bu türden belgelerden henüz bölüme teslim etmedikleriniz varsa bunları en geç 20 ocak 1982 Cuma çalışma saati bitimine dek tutanakla bölüm yazmanlığına vermenizi …”

denmiş olması, bazı dersleri doğrudan öğretici olarak üstlendiğimizin, yardımcı olarak “gösterildiğimiz” dersleri de bütünüyle tek başımıza okutup sınav sorularının hazırlanmasından cevap kağıtlarının değerlendirilmesine kadar her şeyi tek başımıza yaptığımızın ve aynı şeyi geçmiş yıllardan beri yapageldiğimizin,  Oransay’ın kendisi tarafından yapılmış resmi itirafıdır. Aksi taktirde, yalnızca uygulama ve deneylerinde yardımcı olabileceğimiz bir derse ilişkin evrakın ve özellikle de ara sınav ve sınav soruları ile cevap kağıtlarının biz asistanlarda ne işi olurdu?

Belge 33  Bölüm Başkanlığının 11/2/1982 gün ve 40 sayılı yazısı.

MS 133 Selenbilime Giriş dersi 1980/81 Kışyarıyılı 1. ve 2. Arasınav  notlarını Bölüm Sekreterliğine teslim ettiğimi gösteren Sekreter Dilek Buldam imzalı aşağıdaki (Belge 34) tutanak da, anılan dersin sınavlarını kimin yapıp değerlendirmiş olduğunu açıkça göstermektedir: 

Belge 34   Lisans sınıflarında okuttuğum MS 133 Selenbilime Giriş dersinde yaptığım 1. ve 2. Arasınav notlarını Bölüm Sekreterliğine teslim  ettiğimi gösteren 22 Eylül 1981 tarihli tutanak.

Aynı şekilde, MS 297 Uyumbilgisi II ve MO 105 Küğyazımı I derslerinde yaptığım sınavlara ilişkin not çizelgelerini Bölüm sekreterliğine teslim ettiğimi gösteren aşağıdaki  (Belge 35) tutanak da,  Lisans sınıflarındaki bu derslerin kim tarafından okutulduğunu, sınavlarının ve değerlendirmesinin kim tarafından yapıldığını belgelemektedir.

Şimdi belirli yerlere gelmiş olan o zamanki öğrencilerimizin, okudukları derslerden almış oldukları notların görünmemesi için, tutanak ekindeki not çizelgelerinin bende kalan nüshalarını paylaşmıyorum.

Belge 35   Lisans sınıflarında okuttuğum MS 207 Uyumbilgisi II ve MO 105 Küğyazımı  I derslerine ilişkin sınav notlarını Bölüm Sekreterliğine teslim  ettiğimi gösteren 2.2. 1982 tarihli tutanak.

Yukarıdaki resmi yazışmalarda da açıkça görüldüğü ve o dönemde öğrencimiz olan herkesin çok iyi bildiği üzere (okuttuğum bazı dersler Oransay ya da bir başka öğretim görevlisinin üstünde gösterilmiş olsa bile) ben tek başıma “Küğ yazımı, Uyum Bilgisi, Selenbilime Giriş, İşitme, Remileme, Aktarım, Kulak Eğitimi, Osmanlı plaografisi ve Piyano gibi 7 çeşit derse girip bu derslerin farklı yıllardaki I, II ve III gibi sınıflarıyla birlikte 12-13  çeşit ders okutuyordum. Öteki 4 asistan arkadaşımızın da benzer sayılarda  ders okuttuğu düşünülecek olursa 4 yıllık Lisans öğrenimindeki derslerin bir çoğu biz asistanlar, geriye kalanı ise Öğretim Görevlileri tarafından okutuluyor, Oransay ise  Lisans sınıflarında sadece Dağar, Arapça, Farsça ve Türkçe gibi birkaç derse giriyordu.  Asistanlar tarafından okutulan onca ders (yönetmelik hükümlerini arkadan dolaşıp aşabilmek amacıyla) Oransay’ın üzerinde gösterildiğinden “Oransay’ın o dönemlerde haftada 46 saate yakın ders okutmuş olduğu” yolunda fedakarlık öyküleri türetildiğini görmekteyiz, oysa Oransay’ın, kağıt üzerinde “okutmuş” göründüğü o derslerle tek ilişkisi, aslında tarafımızdan okutulan o derslerin ücretini almaktan ibaretti ve (o dönemdeki ders ücretleri bugünkülere oranla çok yüksek olduğu için) önemli bir yekûn tutuyordu.…

Örneğin, 1978 Yaz yarıyılından 1982 Yaz yarıyılına kadar olan 4 yıl (8 yarıyıl) içinde sadece asistan arkadaşımız Kumru CANKU tarafından okutulmuş olan Lisans dersleri şunlardı: (Belge 36 a, b,c  K. Canku’nun Rektörlük Makamına sunduğu 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt nolu dilekçesinin ekindeki Faaliyet Raporu, s.2,7,8)

Belge 36 a   Kumru Canku’nun Rektörlük Makamına sunduğu 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt nolu dilekçesinin 2. sayfası.

Belge 36 b   Kumru Canku’nun Rektörlük Makamına sunduğu 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt nolu dilekçesinin ekindeki Faaliyet Raporunun 7. sayfası: (Lisans sınıflarında okuttuğu derslerin listesi)

Belge 36 c   Kumru Canku’nun Rektörlük Makamına sunduğu 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt nolu dilekçesinin ekindeki Faaliyet Raporunun 8. sayfası: (Lisans sınıflarında okuttuğu derslerin listesi)

Lisans sınıflarında “bilfiil ders okuttuğumuzun” en çarpıcı kanıtı Dekan Prof.Dr. Doğan Tuna’nın asistan arkadaşımız Kumru Canku’ya gönderdiği 23/3/1982 gün ve 154 sayılı aşağıdaki (Belge 37 ) yazıda görülüyor:

Canku’nun Lisans sınıflarında okuttuğu derslerin listesini yukarıda (Belge 35 b,c) gördünüz… Sizin gördüğünüz onca dersi, Fakültemizin Dekanı  her nasılsa “görememiş(!) olmalı ki, Canku’ya gönderdiği  (Belge 37) yazının 2. paragrafında “ders yükünüz sadece 2 ders-saattir” dedikten sonra, aynı yazının 5. paragrafında da “Bölüm içinde ‘görevin yerine getirilmesinde farklı işlem yapıldığı’ konusundaki uyarınız dikkate alındığında, bölüm asistanlarından Adnan Atalay’ın 2 ders saat, Necati Gedikli’nin 14,5 ders saat, Betül Çağlar’ın 12,5 ders saat bilfiil ders girmekle  görevlendirilmiş oldukları görülecektir.” diyor…

Oransay’a karşı olanları “az çalışıyor”  göstermek için Lisans sınıflarında okuttuğum “Küğ yazımı, Uyum Bilgisi, Selenbilime Giriş, İşitme, Remileme, Aktarım, Kulak Eğitimi, Osmanlı plaografisi ve Piyano olmak üzere haftada ortalama 14 saat toplu, (13 piyano öğrencimle) 13 saat de bireysel ders yükümü 2 saat ilan eden (!) bu yazının asıl ilginç tarafı, Oransay’ın karşısında olmayan asistanların bizden daha fazla çalıştığını ima edebilmek amacıyla Necati Gedikli’nin 14,5 saat, Betül Çağlar’ın ise 12,5 saat  bilfiil ders girmekle  görevlendirilmiş oldukları” itirafıdır…  Oransay’ın yanında yer alan  asistanların (karşısında olanlardan) daha fazla çalıştığını ima etmek amacıyla 12,5 ila 14,5 saat toplamında derse “bilfiil girmekle görevlendirilmiş olduklarını” belirten bu yazı, (yazıda imzası olan Dekan Bey’i tenzih ederek ifade ediyorum) “Merd-i kıbtî şecaat arzederken sirkatin söyler” özdeyişini akla getiriyor…

Belge 37  Dekanlık Makamından Kumru Canku’ya gelen 23/3/1982 gün ve 154 sayılı yazı.

Yasa ve yönetmelikleri arkadan dolaşabilmek için Oransay ya da başka öğretim görevlileri üzerinde gösterilerek bilfiil biz asistanlara okutturulan Lisans dersleriyle ilgili bir başka somut belge türü ise, sınavlarını yapıp değerlendirdiğimiz derslere ilişkin not çizelgeleridir. Tamamının birer nüshasını özenle saklamakta olduğumuz o çizelgeleri paylaşmayı, (bugün belirli noktalara gelmiş olan o zamanki öğrencilerimizin okudukları derslerden aldıkları notların görünmesi bakımından)  pek doğru bulmadığımız için, söz konusu çizelgelerden yalnızca iki örneği (notları gölgeleyip okunmaz hale getirerek) paylaşmakla yetineceğim. (Belge 38, Belge 39)

Belge 38 Lisans sınıfında asistan Kumru canku tarafından okutulan Çalgılar Tarihi dersine ilişkin I.Arasınav not çizelgesi (Öğrencilerin almış olduğu notlar tarafımdan maskelenerek görünmez hale getirlmiştir) 

Belge 39 Lisans sınıfında asistan Kumru canku tarafından okutulan GN 189 Latince I, GN 190 Latince II, GN 290 Latince IV, MZ 338 Opera Tarihi, MS Küğe Giriş dersleri not çizelgeleri  (Öğrencilerin almış olduğu notlar tarafımdan maskelenerek görünmez hale getirlmiştir) 

Kendi facebook sayfasında paylaştığı 21 Kasım 2021 tarihli Belge 120 yazısında “Oransay haftada 40-45 saat derse giriyordu… Biz Oransay tarafından yetiştirildik… maalesef o kişilerin takdir edeceği, saygıyla anacağı bir müzikbilim hocaları olmamıştı. Şimdi titr sahibi olan o kişilerin Oransay’ın 1980 de verdiği ders seviyesine gelmeleri pek de mümkün görülmüyor.” gibi gerçek dışı beyanlarla ülkemizdeki öteki müzikoloji bölümü mezunlarına tepeden bakan Ayhan Sarı gibi eski öğrencilerimiz, bu belgelerle gerçeğin ortaya konmasından dolayı üzülmesinler, okudukları derslerin birkaç tanesi dışında tamamını öğretim görevlilerimiz ve bizler okutmuş olsak da, (kendi alanlarımızdaki başarılarımız ve tanınmışlığımızdan dolayı) Oransay’ın bizzat kendisi tarafından tek tek davet edilerek getirtilmiş hocalar olduğumuz ve okutmakla görevlendirildiğimiz derslere en iyi şekilde hazırlanarak girdiğimiz için, alanımızla ilgili hiçbir derste “yeterlilik” sorunumuz yoktu… Dolayısıyla öteki müzik ya da müzikoloji bölümlerinden mezun olanlara tepeden bakmalarını haklı çıkaracak bir üstünlükleri olmasa da,  aldıkları eğitim olabildiğince başarılıydı. Ancak alanımızla ilgili olmayan derslerde de görevlendiriliyor oluşumuz bir yana,  yaptığımız şey yasal değildi ve Rektör Prof.Dr. İbrahim KARACA  imzasıyla Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığına gönderilmiş olup her birimize imza karşılığı tek tek tebliğ edilmiş olan aşağıdaki (Belge 40) Rektörlük genelgesinde görüleceği üzere, “…sınavların yetkisiz kişilerce yapıldığı, yetkili olmayan asistanların sürekli olarak derslere girdiğinin saptandığı” belirtilip “yasal olmayan bu tür uygulamaları sürdürenler hakkında işlem yapılacağı” konusunda sürekli uyarılıyorduk.  Dolayısıyla, Oransay’ın direktifiyle yapmak zorunda kaldığımız işler yüzünden, yalnızca mali konularda değil, eğitim öğretim konusunda da yasalara yönetmeliklere aykırı bir  konumda bırakılmış oluyorduk.

Belge 40  Asistanların ders ve sınavlara girmesinin yasak olduğunu, aksine hareket edenler hakkında yasal işlem yapılacağını  hatırlatan ve tüm öğretim elemanlarına ismen tebliğ edilen Rektörlük Genelgesi.

Yönetmelik hükümlerine ve yukarıda bir örneğini sunduğum Rektörlük genelgelerine aykırı olarak, Lisans sınıflarındaki çok sayıda dersin biz asistanlar tarafından okutulması, yalnızca Oransay’ın bilgisi dahilinde olan ve onun keyfi kararlarıyla yapılan bir görevlendirme de değildi. Aşağıda sunduğum (Belge 41) Dekanlık yazısı,  söz konusu görevlendirmenin Dekanlığın da bilgisi dahilinde olduğunu  açıkça göstermektedir. Zira Dekanlıktan gelen  bu yazıda, Gazi Yüksek Öğretmen Okulunda “öğretmen adaylarının yetiştirilmesi”  konusunda yapılmış 4 günlük görevlendirilmemin “derslerimin telafisi kaydıyla uygun görüldüğü” belirtilmektedir.

Belge 41  25/2/1981 tarih ve 266/4166 sayılı De4kanlık yazısı

Nitekim yukarıdaki Dekanlık yazısı üzerine, anılan göreve gidebilmek için Bölüm Başkanlığına verdiğim aşağıdaki (Belge 42) izin dilekçemin 2. paragrafında da “Bu süre içindeki derslerimi izin dönüşünde telafi edeceğim” demiş olmam, durumu açıkça göstermektedir.

Belge 42  Bölüm Başkanlığına sunduğum 25.12.1981 gün ve 79 kayıt no’lu dilekçem.

“Lisans sınıflarında (başka birisinin üstünde gösterilmek suretiyle yönetmeliklere karşı hile yaparak da olsa) ders okutmanızın, sınav yapmanızın ve değerlendirmenizin yasak olduğunu bildiğinize ve herbirinize tek tek tebliğ edilmiş olan Rektörlük genelgesinde ‘aksine hareket edenlerin cezalandırılacağı’ bildirilmiş olduğu halde bu kanunsuz uygulamaya niçin itiraz etmediniz?”denecek olursa, itiraz ettik. Üstelik yalnızca sözlü olarak değil, yazılı olarak da defalarca itiraz ettik ama, itirazlarımıza yazılı cevap verilmezken, sözlü olarak sürekli derse girmeye zorlanıp “derslere girmeyi reddetmemiz durumunda görevden çıkarılmakla” tehdit edildik. Örneğin o dönemde Bölüm Başkanlığımızı da üstlenmiş olan Dekanımız Prof.Dr. Doğan Tuna’nın, 2 Mart 1982 Salı günü yaptığı Bölüm Kurulu toplantısında “1981-82 Yaz yarıyılında görevlendirildiğimiz derslere vakit yitirmeksizin başlamamızı (yazılı emrin daha sonra tebliğ edileceğini)” bildirmesi ile ilgili olarak 4 Mart 1982 tarihinde verdiğim aşağıdaki (Belge 43 a,b) dilekçem okunduğu takdirde, Lisans derslerinde görevlendiriliş biçimimize ilişkin açıklama ve itirazlarım üzerine (Bölümüzün büyük miktardaki ders açığından bahisle)  Dekan tarafından verilmiş olan “Dersler boş geçemez. Ne yapıp yapıp doldurmak zorundayız. Bu bir fedakarlıktır. Her asistana düşen ders yükü, haftada 7.5 ila 9 saat kadardır. Bu kadarcık fedakarlıktan kaçınıp ders vermeyen adamı bu Fakültede durdurmam. Biz sizi kuramsal derslerde değil, uygulamalı ya da uygulama derslerinde görevlendiriyoruz. Asistan olarak verilen uygulama görevini yapmak zorundasınız. Yapmadığınız takdirde muhasebeye gönderir aile planlaması konusunda araştırma yaptırırım. Muhasebe memurluğu yaparsınız. İşinize son veririm!” cevabını (daha doğrusu tehdidini) yasa ve yönetmelik maddelerini tek tek sayarak nasıl eleştirmiş olduğum ve dilekçemin  4. maddesinde “Görevlendirileceğimiz derslerle ilgili uygulamaların tarafımızdan yapılması ve ilgili Öğretim Görevlisi bulunmasa dahi dersleri tek başımıza yapmamızı yazılı olarak emrettiğiniz takdirde emrinizi yerine getirmekle mükellefim. Ancak emriniz sadece ‘yardımcı olmak ‘ şeklinde verilecek olursa ‘yardımcılığı’ 2547 sayılı yasanın 32. maddesinden anladığım şekilde yapabileceğimi bilgilerinize arzederim” dediğim görülecektir.

Oransay’ın Bölüm Başkanlığı görevinden alındığı o dönemde Bölümümüzün Başkanlık görevini de üstlenmiş olan Sayın Dekanımız, her şeyi bilmesine ve bizler de (Belge 43 a,b dilekçemde görüldüğü üzere) konuyu bütün ayrıntılarıyla yazılı olarak arzetmiş olmamıza rağmen, açıklama ve dileklerimiz dikkate alınmayıp “Muhasebe memuru olarak çalıştırılmakla, Fakülteden atılmakla” tehdit edildik. O kadar istememize rağmen “yazılı emir daha sonra gelecektir, siz vakit kaybetmeden başlayın”denilerek yazılı emir vermekten kaçınanlar tarafından “fedakarlıktan kaçmakla” suçlandık. Oysa bizler o Bölüm için, Cumartesi-Pazar tatillerimizde bile çeşitli okullarda dersler veren, öğrencilerimizin piyano çalışabilmesi için her akşam saat 22.00’lere kadar Bölümde kalıp nöbet tutan, band kaydından, çay ocağı muhasebesine kadar, görev alanımızla ilgili olan/olmayan her işte çalışan insanlardık. Öğretmen kökenli olduğumuz için sınıfa girip ders vermek dünyadaki en büyük zevkimizdi. Lisans sınıflarındaki derslerimizi de büyük bir heyecan ve zevkle okutuyorduk, bizler için derse girmek “fedakarlık” değil dünyanın en büyük “zevkiydi”, dolayısıyla  konu “fedakarlıktan kaçmamız” değil, yasal olmayan biçimde (sözlü emirlerle) çalıştırılmamızdı. Kimi asistanların profesör çantası taşıyarak yükselmeye çalıştığı o yıllarda,  bizler,  gerektiğinde Bölüm Başkanımıza, Dekanımıza “hayır” diyebilme dürüstlüğünü gösterdik, ama “dürüstlük”, iki ucu keskin bıçak gibi… Yönelttiğiniz yer sizden çok daha güçlü, çok daha korumalı olunca kesilen sizin eliniz oluyor…  (Nasıl bir mücadele vemek zorunda kaldığımızı görebilmek için aşağıdaki dilekçemi lütfen okuyunuz!)

Belge 43 a Dekanlık Makamına sunduğum 4.3.1982 tarihli dilekçemin 1. sayfası.. Dekanımız o dönemde Bölüm Başkanlığımızı da üstlenmiş olduğundan, bu dilekçe,  Bölüm Kurulunda (Kurul tutanağına kaydedilerek) elden sunulmuştur.

Belge 43 b Dekanlık Makamına sunduğum 4.3.1982 tarihli dilekçemin 2. sayfası.. Dekanımız o dönemde Bölüm Başkanlığımızı da üstlenmiş olduğundan, bu dilekçe,  Bölüm Kurulunda ( Kurul tutanağına kaydedilerek) elden sunulmuştur.

9 – Yönetimindeki personele mobbing uygulamak

1980’li yılların başlarında, İsveç’te yaşayan Alman endüstri psikoloğu Heinz Leymann tarafından, çalışma hayatında gözlemlenen psikolojik taciz davranışlarını ifade etmek için kullanılmış olan “mobbing” kavramının bizde kullanılmaya başlaması 2010 yıllarından sonra yaygınlaşmıştır. Bu nedenle Oransay’ın bizlere alenen mobbing uyguladığı 1980’li yıllarda böyle bir kavram yoktu, yapılanları “baskı, haksızlık, eziyet, yıldırma, bezdirme” gibi sözcüklerle ifade etmeye çalışıyorduk ki, onların da bugünkü gibi hukuksal bir karşılığı yoktu. Oysa şimdi, mevcut gücün ya da pozisyonun kötüye kullanılmasıyla, sistematik olarak psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, aşağılama, tehdit gibi çeşitli şekillerde gerçekleşen davranışlar,  idari değil adli bir suç olarak değerlendirilmekte ve mobbing uygulayan kişi TCK 105. madde uyarınca (uygulanan mobbingin niteliğine göre) üç aydan bir yıla kadar ve kimi durumda da bir yıldan az olmayacak hapis ve yüksek miktarda tazminat cezalarına çarptırılabilmektedir.  

Günümüzde, TBMM, Anayasa Mahkemesi, BİMER, (daha sonra da ) CİMER, ÇSGB,  Kamu Görevlileri Etik Kurulu, Kamu Denetçiliği Kurumu, Türkiye İnsan Hakları Kurumu, İl, İlçe İnsan Hakları Kurulları  ve hatta 7-24 saat Alo 170 hattına başvurulabilen mobbing uygulamaları için o yıllardaki hiyerarşik yapı gereği başvurabileceğimiz tek yer Dekanlık Makamıydı ki, Dekanlık ve Fakülte Yönetim Kurulu da uygulanan mobbingin bir parçası durumuna gelebildiklerinden, bildirdiğimiz mobbing uygulamaları, genellikle “hizmetin gereği(!) olarak yorumlanıp dikkate alınmıyor, o günkü hiyerarşik düzen içinde bir alt makam atlanarak üst makamlara yapılan başvurular ise usulsüz sayılıp değerlendirilmiyordu.

Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nin “mobbingin varlığı için kişilik haklarının ağır şekilde ihlaline gerek olmadığı, kişilik haklarına yönelik haksızlığın yeterli olduğu, ayrıca mobbing iddialarında şüpheden uzak kesin deliller aranmayacağı” yolundaki  2013/693 E, 2013/30811 K ve 27.12.2013 tarihli bugünkü kararının aksine, insanlara yapılan insanlık dışı işkencelerin bile “görevin gereği” (!) olarak algılandığı o yıllarda, amirin yaptığı baskılar vaka-i adiye’den (sıradan olay) sayılıp önemsenmiyordu.

Bugünkü mobbing kavaramı,  amir pozisyonundaki kişi tarafından  yapılabilecek “iş arkadaşlarını mağdura karşı kışkırtma, kıdem engelleme, aşırı gözetleme, gücünün üstünde işler isteme, verdiği işi, o işin gerektirdiği makul süreden daha önce bitirmesini isteme,  tekrarlanan disiplin soruşturmaları açma/açtırma, sürekli olarak yeterli çabayı göstermemekle suçlama, yanlış bilgi yayma, dışlama” vb. davranışları kapsıyor, oysa o dönemde bizler, bütün bunlara ek olarak, gördüğümüz öğrenimin yakılması,  görevimiz olmayan işlerde çalıştırılma, üç ay maaşsız görevden çıkarma girişimi ve en sonunda da sözleşmelerimiz yenilenmeyerek görevimize son verilmesi girişimi” gibi çok daha ağır uygulamalara da maruz kaldık.

Uygulanan sürekli mobbingden bıkıp üniversitedeki geleceğimizin söndüğünü gören asistan arkadaşımız Yaşar Doruk, olayların başlamasından 6 ay sonra (16 Kasım 1981’de) kendi isteğiyle ayrılıp eski görev yerine (MİFAD) döndü;  Öteki öğretim görevlilerimiz de ayrılmayı düşünmeye başladılar. Yaşadıklarımızın farkında olan Rektörümüz Prof. Dr. Ömer YİĞİTBAŞI, (zaman zaman yapmak zorunda kaldığı müdahalelere rağmen sistematik biçimde sürdürülen mobbing uygulamalarından kurtulabilmemiz için) asistan arkadaşım Kumru CANKU ve beni, (ileride kurumumuza tekrar iade edilmek üzere)  geçici görevlendirmeyle Buca Eğitim Fakültesi Müzik Bölümüne göndermek zorunda kaldı…

5 ve 7 Mayıs 1981 tarihli dilekçelerim üzerine 11 Mayıs 1981 Pazartesi günü Sıkıyönetim Komutanlığınca başlatılan soruşturmalar sırasında, şikayetlerimde haklı olduğumu bilen  Öğretim Görevlilerimizin ve Asistan arkadaşlarımın büyük çoğunluğu benim yanımda yer almıştı. Mutlak hakimi olduğu bölümde karşılaştığı bu tabloyu asla tahmin edemeyen ve yumruk yemiş boksör gibi adeta abandone olan Oransay, onbeş gün içinde tamamlanan soruşturma dosyalarının “gereği için” üniversiteye devredilmesi ve uygulanan bir haftalık göz altı süresini tamamlayıp Bölüme dönmesiyle birlikte, her şeyi kontrolü altına alıp bastırma çalışmalarına başladı. Son derece zeki bir insan olduğu için, yalnızca benim üzerimde değil, Bölümdeki tüm öğretim görevlileri ve asistanlar üzerinde baskı sistemleri oluşturmaya başladı. Böylece öteki insanları canlarından bezdirip benim yanımdan uzaklaştırmaya ve beni yalnız bırakarak kolay yutulacak lokma haline getirmeye çalışıyordu.

Oransay, bu çabayı daha soruşturmaların son haftasında başlatmış ve 26 Mayıs 1981 Salı günü yaptığımız Bölüm Kurulunu (Daha önce Belge 1a,b olarak sunduğum aşağıdaki tutanakta görüleceği üzere )  “Bölümümüzdeki tahkikatlar sonuçlandı, şimdi Fakülte Yönetim Kurulu karar verecek, başımızdan bu dert geçinceye kadar huzursuz olacağız, yazın yasal izninizin dışında izin yapamayacaksınız” sözleriyle açmıştı… Her biri bir başka baskı ifadesi olan bu sözleriyle Tahkikatların bittiğini, kararı Fakülte Yönetim Kurulunun vereceğini (dolayısıyla üyesi olduğu kurulda kendileri tarafından verileceğini), başımızdan bu dert geçinceye kadar huzursuz olacağımızı (tehdit), yazın yasal iznimizin dışında izin yapamayacağımızı (tehdit ve bazı kişilere yasal izin dışında izin kullandırttığının itirafı)  duyurmaya çalışıyordu. Konuşmasının devamında, Bölümde yasa ve yönetmeliklere aykırı olarak yapılagelen uygulamalardan bahisle Artık eski güven ortamında olmadığımız için bundan böyle bu hataları tekrarlamayalım. Bu durumda öğrencilerimizin aleyhine gelişmeler olacaktır ancak öğrencilere sıkışan Sıkıyönetime koşup kendi suçunu örtbas etmek istiyor bu nedenle yönetmelikleri uygulamak zorundayız, kusura bakmayın derizdiyebildi… Yasa ve yönetmelikleri uygulamakla görevli bir Bölüm Başkanının “Artık eski güven ortamında olmadığımız için bundan böyle bu hataları tekrarlamayalım. Bu durumda öğrencilerimizin aleyhine gelişmeler olacaktır ancak öğrencilere sıkışan Sıkıyönetime koşup kendi suçunu örtbas etmek istiyor bu nedenle yönetmelikleri uygulamak zorundayız, kusura bakmayın deriz” demek suretiyle, hem Bölümü nasıl yönettiğini itiraf etmesi, hem de öğretim elemanalarından, öğrencilerimizi bana karşı kışkırtacak ifadeler kullanmalarını istemesi üzerine, sözünü kesip Hocam lütfen! Tahkikatların sürdüğü şu ortamda böyle konuşamazsınız. Öğrenciyi bu işe alet edip kışkırtmaya hakkınız yoktur.”demek zorunda kaldım.

            ____ Sözümü kesemezsin!

            ____ Bölüm kurulunda suç işlerseniz keserim!

            ____ Çık dışarı !

            ____ Çıkmıyorum. Ben Bölüm Kurulundayım!  demem üzerine de Sen görürsün! diyerek toplantıyı terk etti. Oransay’ın hemen ardından Bölüm Kurulundaki öğretim elemanlarıyla birlikte düzenlediğimiz aşağıdaki tutanağı Sıkıyönetim Komutanlığına vermemiz ve Bornova Emniyet Amirliğinde alınan ifadelerimizden bir gün sonra göz altına alınıp 6 gün sonra (2 Haziran 1981 Salı günü) serbest bırakıldı.

Belge 1 a Bölüm kurulu Tutanağı 1. sayfa.

Belge 1 b Bölüm Kurulu Tutanağı 2. Sayfa

Bu tutanak, tarafları da belli etmişti: Öğretim Görevlileri Ahmet BORCAKLI, Refik ÜNAL (Toplantıda yoktu)   ve Asistan Betül ÇAĞLAR dışındaki tüm öğretim görevlileri ve asistanlar (Öğr. Gör. Nurhan Cangal, Fehamettin Özgüç, Muzaffer Gürgüneş, Dr. Edip Günay, Asistan Yaşar Doruk, Kumru Canku ve Necati Gedikli) tutanağı imzalayarak benim yanımda yer almıştı. Geriye kalan 4 öğretim elemanından Öğr. Gör. Ahmet Borcaklı ve Öğr.Gör. Refik Ünal tarafsız kalmayı tercih ettiklerinden Oransay’ın yanında yalnızca Asistan Betül Çağlar ve sonradan aramızdan ayrılıp o tarafa geçen Asistan Necati Gedikli  yer aldı. Bu ayrım sonuna kadar da aynı şekilde sürdü ve işte her türlü mobbing uygulaması da, safların bu kadar net belirginleşmesinden sonra başladı.

Oransay ve onu korumaya çalışan bazı Dekanlık yetkilileri tarafından, daha sonraki yaklaşık iki yıl boyunca  sistematik biçimde sürdürülen mobbing uygulamalarının amaç ve yöntemlerini çok iyi anladığımız için, onların bizi düşürmek istedikleri tuzaklara düşmemek adına, verilen tüm görevleri (gece sabahlara kadar çalışmak bahasına) yerine getirip başarısız duruma düşmemeye, yapılan her türlü tahrike rağmen kontrolu kaybetmeyip suçlu duruma düşmemeye, attığımız her adımı, yaşanan her şeyi elden geldiğince belgeleyip saklamaya, atılabilecek herhangi bir iftiraya karşı,  günün hangi saatinde nerede olduğumuzu hatırlatıp belirtebilmemizi sağlayacak çok muntazam günlükler tutmayaki 40 yıl sonra bunca belge ve bilgiyi de o yıllarda hazırladığımız dosya ve günlükler sayesinde verebiliyorum – ve yolumuz hangi makamda tıkanmaya çalışılırsa çalışılsın, mücadelemizi bir üsteki makama ulaştırarak sürdürmeye çok büyük özen gösterdik.  Ve.. gittikçe ağırlaşan mobbing uygulamaları, Oransay’ı korumak isteyen ya da “Üniversitenin/Fakültenin onurunu korumak”  gibi gerekçelerle olanları görmezden gelme eğilimi gösterenleri bile “YETER ARTIK!” deme noktasına getirdi.

Oransay’ın kendi sonunu getireceğini bildiğimiz için sabırla katlandığımız mobbing uygulamalarını şu şekilde gruplayabilirim:

9.1 – Yönetimindeki personeli,  aşırı gözetleme, mali külfet yükleme ve yasal olmayan emirler verme yoluyla taciz etmek

Yukarıda tutanağını sunduğum Bölüm Kurulundaki sert tartışmadan sonra “Sen görürsün“  tehtidiyle toplantıyı terk eden Oransay, birkaç saat sonra tüm öğretim elemanlarına aşağıdaki (Belge 44) yazıyı göndermiş. (Biz Sıkıyönetim Komutanlığına verdiğimiz Bölüm Kurulu tutanağı ile ilgili olarak,  Bornova Emniyet Amirliğine ifadeye çağrıldığımız için söz konusu yazı ertesi gün tebliğ edilebildi.)

Belge 44  Bölüm Başkanlığının 26/5/1981 gün ve 682 sayılı yazısı

Bölüm Kurulundaki tartışmanın hemen ardından gönderilen bu yazıda,  “bütün kişisel isteklerin dilekçe sayıldığını ve 5.-TL damga pulu yapıştırılmamış olmadıkça işleme konulmayacağını” ve “Günlük yoklama imzalarının toptan değil,  sırasıyla 8.30-9.00, 11.30-12.00, 13.30-14.00 ve 17.00-17.30 arasında atılması gerektiğini bir kez daha hatırlattığını” belirterek, soruşturmaların başlamasından hemen sonra sözlü emirle başlattığı imza uygulamasını yazılı emre dönüştürmüş ve görevlerimiz gereği Bölüm Başkanlığına bildirmemiz gereken her türlü isteğimiz için  de 5.- TL tutarında Damga Pulu zorunluluğu getirerek, kuruldan çıkarken savurduğu “Sen görürsün” tehdidinin ilk uygulamasını başlatmış oluyordu…  (Ancak Oransay, ertesi gün bir haftalığına gözaltına alındığı ve  gözaltı süresinden sonra da Üniversite yönetimince bir ay süreyle işten el çektirilip Bölüme gelmesi yasaklandığı için, pullu dilekçe emrinin uygulaması daha sonraki aylara kaldı.)

Sıkıyönetim Komutanlığınca hazırlanan tahkikat dosyalarının 26 Mayıs 1981 Salı günü gereği için üniversiteye devredilmesinden sonra, Rektörlükçe yapılan ilk incelemeler sonucu verilen “inceleme” kararı doğrultusunda,  4 Haziran 1981 Perşembe gününden başlayarak bir ay süreyle işten el çektirilen Oransay’ın Bölüme girmesi yasaklandı ve Musiki Bölüm Başkanlığına (geçici süreyle) Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Semih KAVALALI atandı.

Oransay hakkında verilen “bir ay süreyle işten el çektirme ve Bölüme girmesini yasaklama” kararının gerekçesi “soruşturmanın güvenliğini ve tanıkların rahat ifade verebilmesini sağlamaya” ilişkin Yönetmelik maddesi olsa da, kararın uygulanış biçimi, gerekçesini yerine getirmekten çok uzaktı. Çünkü Oransay mesai saatlerinde Bölüme girmemiş olsa bile, kendisine bütünüyle bağlı olan memur kadrosu Bölümde olduğu için, onlar vasıtasıyla her türlü bilgi ve belgeye ulaşabilecek ve her türlü yönlendirmeyi yapabilecek konumdaydı ve hatta “Atalay bu işin sonunu düşünmemiş mi? diye tehditler bile yollayabiliyordu…

Bu uygulamanın  en güven sarsıcı yanı ise, Bölüm Başkanlığına geçici görevlendirmeyle atanmış olan Prof. Kavalalı’nın aynı zamanda Oransay hakkındaki soruşturmayı yürütmekle de görevlendirilmiş olmasıydı… Örneğin her yarıyıl bitiminden sonraki ilk iki hafta içinde Dekanlık Öğrenci işleri Bürosuna gönderilip resmileştirilmesi gereken Musiki Bölümü Lisans ve Yüksek Lisans notlarının 3 yıldan beri gönderilmeyip her an değiştirilebilir durumda  tutulmasında Dekanlık ve Fakülte Yönetim Kurulu da en az Oransay kadar sorumlu ve kusurlu olduğu halde, bu konuyla ilgili soruşturmanın aynı Fakülte Yönetim Kurulundaki bir üye tarafından yapılması, hukuken kabul edilebilecek güvenilir bir uygulama değildi. Böylesine ciddi olayları soruşturmak için koskoca Üniversitede başka kimse yokmuydu ki, bu görev aynı Fakülte Yönetim Kurulunun bir üyesine, üstelik de Bölüm Başkanı olarak Bölümdeki  her türlü evraka ulaşma ve o evrakları dilediği yere ulaştırabilme olanağına sahip bir insana verilmişti? Bu çifte görevlendirme, Prof.Dr. Sayın Kavalalı’yı da (belki de çok haksız yere)  zan altında bırakacak hatalı bir tercih değil miydi?

Sayın Kavalalı’nın Bölümümüzde göreve başladığı 4 Haziran 1981 Perşembe gününden bir gün sonra yaptığı soruşturmaya ilişkin 5 Haziran 1981 tarihli üç sayfalık ifade tutanağımı aşağıda sunuyorum. (Belge 45 a,b,c)  Bu soruşturmada, daha önce Tahkikat Komisyonuna  verdiğim belgelerin yeniden istenmesi, tanıkların (özellikle de tanıklık yapabilecek öğrencilerin) kim olduklarının sorulması (normal koşullarda işin gereği olsa bile) içinde bulunulan  özel  koşullarda riskliydi. Bütün bu bilgilere aynı Fakülte Yönetim Kurulundan bir üye ulaşabilecekse Oransay’ı bir ay süreyle görevden uzaklaştırmanın ne anlamı kalıyordu?  Sayın Kavalalı Hocamızın, soruşturmalarda elde ettiği bilgi ve belgeleri Oransay’a ulaştırmak gibi etik dışı bir şey yapmış olabileceğini elbette düşünmeyiz ama yapılan çifte görevlendirmenin böyle bir olasılığı barındırması bile herkesten önce Sayın Kavalalı Hocamıza karşı haksızlıktı.

NOT: Belge 45 a,b,c  tutanaktaki  bazı soruların cevaplarında, Oransay tarafından işlenen fiillerde şu ya da bu şekilde yer alan öğrencilerin adı da geçtiğinden, öğrenci adlarının geçtiği cevaplar tarafımdan gölgelenerek okunmaz hale getirilmiştir. Ayrıca bu tutanak, yalnızca “Bölüm Başkanlığı” görevi ile “Soruştumacı” görevinin aynı kişiye veridiğini göstermek amacıyla konulduğundan, yazıları daha okunaklı hale getirmek için herhangi bir ayar işlemi yapılmamıştır. İsteyenler büyütüp filtreleyerek okuyabilirler.

Belge 45 a  4 Haziran 1981 tarihinde (bir ay süreyle) görevden uzaklaştırılan Oransay’ın yerine hem Bölüm Başkanı hem de Soruşturmacı olarak atanan Prof.Dr. Semih Kavalalı tarafından 5.6.1981 tarihinde düzenlenen ifade tutanağımın 1. sayfası.

Belge 45 b  4 Haziran 1981 tarihinde (bir ay süreyle) görevden uzaklaştırılan Oransay’ın yerine hem Bölüm Başkanı hem de Soruşturmacı olarak atanan Prof.Dr. Semih Kavalalı tarafından 5.6.1981 tarihinde düzenlenen ifade tutanağımın 2. sayfası.

Belge 45 c  4 Haziran 1981 tarihinde (bir ay süreyle) görevden uzaklaştırılan Oransay’ın yerine hem Bölüm Başkanı hem de Soruşturmacı olarak atanan Prof.Dr. Semih Kavalalı tarafından 5.6.1981 tarihinde düzenlenen ifade tutanağımın 3. sayfası.

Soruşturma konusu olaylarda sorumluluğu bulunan Fakülte Yönetim Kurulundan bir üyenin hem Bölüm Başkanı hem de Soruşturmacı olarak görevlendirilmesi soruşturmaların güvenliği açısından bazı kuşkulara neden olsa da, Prof.Dr. Kavalalı Hocamızın  başkanlığında geçirdiğimiz bir ay,  (en azından görünüşte) Bölümde yaşayabildiğimiz göreceli olarak demokratik ilk ve son dönem oldu.

Oransay,  (hakkındaki bir ay süreyle Bölümden uzaklaştırma süresinin sona ermesiyle birlikte) 6 Temmuz 1981 Pazartesi günü yeniden Bölüme dönüp Bölüm Başkanlığı görevine başladı. Ancak bizler de o tarihten itibaren birer aylık yıllık izinlerimizi kullanmaya başladığımız için, yeni mobbing uygulamaları yıllık izinlerimizi bitirip döndüğümüz Ağustos ayına kaldı ve izinden döner dönmez çok yoğun bir mobbing uygulamasıyla karşı karşıya kaldık.

26 Mayıs 1981 Salı günkü (göz altına alınmasına da neden olan)  tartışmalı Bölüm Kurulundan çıkar çıkmaz başlattığı “pullu dilekçe” ve günde 4 imza atma uygulaması,  izleyen aylarda da tüm katılığıyla devam edip her birimize gönderdiği yeni yazılarla sürekli hatırlatıldı:

Belge 46  Bölüm Başkanlığınca Kumru Canku’ya gönderilen 4/8/1981 gün ve 37 sayılı yazı.

“Her isteği yazılı bildirme ve üzerine mutlaka 5,-TL tutarında Damga Pulu yapıştırılma” mecburiyeti ve “aksi takdirde işleme konulmayacağı” uyarısı da çok açık bir baskıydı. Aslında bu uygulamayı, (Sıkıyönetim Komutanlıklarının uygulamalarına yönelik şikayetleri o gün için yüksek olan 5 TL gibi bir paraya bağlayarak azaltabilmek amacıyla)  Millî Güvenlik Konseyi getirmişti ama yalnızca Devlet Kurumlarına dışarıdan verilecek dilekçeler de aranan bir koşuldu. Aynı kurum içinde çalışan personelin amirinden talep edeceği her şeyi yazılı talep etmesi ve dilekçesinin üzerine de 5.-TL tutarında Damga Pulu yapıştırma zoruluğu, bırakın üniversiteleri hapisanelerde bile yoktu. Örneğin ders verdiğiniz sınıfta tebeşir bitiyor, Bölüm Başkanından yazılı istemek zorundasınız… Sekreter ve memurlardan bu tür şeyleri verebilme yetkisini kaldırıp tüm yetkiyi kendi üstünde topladığı ve her şeyi de azar azar verdiğinden 1 liralık tebeşir istemek için 5 liralık damga pulu yapıştırmanız gerekiyordu.  Aynı şekilde, verdiği görevler gereği kağıt istemeniz gerekiyor, bir yere gitmek ya da bir şey yapmak için izin istemeniz gerekiyor, belgelikten bir kitap ya da belge almanız gerekiyor… Her şey yazılı dilekçeye bağlanmış, dilekçe başına 5 liradan (gününe göre günde) 25-30 lira Damga pulu parası vereceksiniz… (5 mesai gününden oluşan haftada 30 x 5 = 150 TL, ayda 150 x 4 = 600 TL eder…)

Bununla da yetinmeyen Oransay,  dilekçelerde, aşağıdaki “G.Oransay” imzalı (Belge 47) emrinde de görüleceği üzere, biçimi bile kendisi tarafından belirlenip en ucuz teksir kağıtlarının dörtte birine basılmış dilekçe formlarını (!) kullanma zorululuğu getirdi.  Bir tür BİLET… Normal kağıtlara yazacağınız dilekçeler geçerli değil.  Eğitim öğretim faaliyetlerinde kullanılmak üzere Devlet tarafından 410 Harcama Kaleminden ücretsiz olarak verilen teksir kağıtlarının dörtte birinden elde edilip onarlık gruplar halinde Bölüm Sekreterliğinde 40 TL’den  satılan DİLEKÇE FORMLARINI kullanmak zorundasınız…  Eziyet olsun diye istenen 5 TL’lik Damga pulunun parası doğrudan Hazineye, tanesi 4 TL’ye gelen el kadar DİLEKÇE FORMLARININ parası ise doğrudan Oransay’a… Üstelik bunu üniversiteye devredilmiş olan soruşturmaların sürmekte olduğu bir zamanda yapıyor…  Kendi sonunu yaklaştıracağı için memnuniyetle razı olduğumuz bu garip emri kahkahayla karşılayıp “Adam eziyeti bile parayla yapıyor” demekten kendimizi alamadık.

Belge  47  Bölüm sekreterliğinde onarlık her bir demeti 40 TL’ye satılan ve dilekçelerde kullanılması zorunlu tutulan form dilekçeler (ya da BİLET dilekçeler…)

İşte Oransay’a arzedip “uygundur” onayı aldığım PULLU-BİLET dilekçelerimden (!) biri:

Belge 48  Bölüm Başkanlığının Belge 47 yazısı uyarınca kullanmak zorunda bırakıldığımız PULLU-BİLET dilekçelerden Oransay’a arzedip “uygundur” onayı aldığım bir örnek.

Askeri yönetimin Devlet Dairelerine dışarıdan gelecek dilekçeler için şart koştuğu Damga pulu uygulamasını, askeri yönetime de rahmet okutacak bir katılıkla kurum içi yazışmalara da uygulayıp Bölüm Başkanlığına yapılacak her türlü başvuru için pul isteyen Oransay, yukarıda sunduğum 26.5.1981 gün ve 682 sayılı (Belge 44) yazısının 2. maddesinde de “Günlük yoklama imzalarının toptan değil imzaların sırasıyla 8.30-9.00, 11.30-12.00, 13.30-14.00 ve 17.00-17.30 arasında atılması gerektiğini”  bir kez daha hatırlattığını belirtiyordu… (Aynı hatırlatma Belge 46’nın 1. maddesinde de tekrarlanıyor.)

Meslek yaşamları boyunca, hiçbir derslerine bir dakika bile geç kalmamışlıklarıyla ünlenmiş olan  Nurhan CANGAL, Edip GÜNAY, Muzaffer GÜRGÜNEŞ ve Fehamettin ÖZGÜÇ gibi eşlerine az rastlanır hocalarımızla birlikte,  günde 4 defa  öğrencilerimiz yaşındaki bir sekreterin önünde kuyruğa girip aşağıdaki utanç imzalarını atmak zorunda bırakıldık…

Belge  49  Günde 4 kez imza attırılan utanç sirkülerlerinden bir örnek (16.11.1981 Pazartesi gününe ait sirküler)

Belge  50 Günde 4 kez imza attırılan utanç sirkülerlerinden bir başka örnek (17.11.1981 Salı gününe ait sirküler)

Daracık bir odada günde 4 defa kuyruğa girip atmak zorunda  bırakıldığımız bu imza sirkülerlerinin amacı, herkesi bunaltıp bu sıkıntıları “benim yüzümden yaşadıklarını” düşündürmek ve yanımdan uzaklaşmaya zorlamaktı ama Oransay, bu tür baskılarla “hizaya getirmeye” çalıştığı insanların kim olduğunu bilmediği için, safımızın daha da sağlamlaşmasını sağladı.  

Bizler mesaiden, görevden kaçmak, derse geç gelmek nedir bilmeyen insanlar olmamızın ötesinde  Derneğimize gelir sağlamak için (Üniversite hocası kimliğimizle) ilkokullarda mandolin-flüt kursları düzenleyip Cumartesi-Pazar günleri bile Bölüm için çalışan, geceleri okulda kalıp öğrencilerin piyano çalışabilmesi için gönüllü  nöbet tutan insanlardık. O dönemde öğrencimiz olan herkes, öğrencilerimizin çalışabilmesi için evimdeki (henüz taksitlerini ödemekte olduğum) yepyeni piyanomu bile Bölüme getirip her akşam saat 10’lara kadar Bölümde nöbet tuttuğumun tanığıdır ve aşağıda o dönemdeki nöbet çizelgelerimden bir tanesini sunuyorum. Meslek yaşamının hiçbir anında mesaisinden kaçmayı aklından bile geçirmeyip öğlen aralarında bile “Açıklamalı Müzik Dinletisi” vb. faaliyetlerle yararlı olmaya çalışan bir hoca olarak ben mi kaçacaktım mesaiden, vazifelerine düşkünlükleriyle ün salmış rahmetli Nurhan CANGAL, rahmetli Edip GÜNAY, rahmetli Fehamettin ÖZGÜÇ Hocalarımız mı kaçacaktı? Oransay, vazifelerine düşkünlükleri ile tüm Türkiye’de ün yapmış ve zaten o nedenle (yeni kurulan müzikoloji Bölümüne güç vermeleri için) bizzat kendisi tarafından davet edilmiş olan o örnek  hocalara  “görev bilinci” dikte etmeye  (!) kalkışacağına, onlardan biraz olsun “görev bilinci” ve “hocalık” öğrenebilmiş olsaydı,  yaptıklarının hiç birini yapmaz, dolayısıyla da başına gelenlerin hiç biriyle karşılaşmazdı…

Öğrencilerin piyano çalışabilmesi için, gönüllü olarak haftada 4 gün, akşam saat 17.30’dan 22.00 ‘ye kadar Bölümde kalıp nöbet tuttuğum günlere ilişkin haftalık nöbet çizelgelerimden bir örnek:

Sevgili öğrencilerimiz, çizelgede kendi adlarını görüp büyük bir coşkuyla çalıştığımız o günleri hatırlayacaktır. İşin garip bir yanı da, soruşturmalar sırasında Oransay’ın yanında yer alan ya da “tarafsızlık” adı altında başını belaya sokmaktan kaçınan insanlardan hiç birinin, bu tür çalışmalarda bir tek dakika bile görev almamış olmalarıydı… Buna Oransay’ın kendisi de dahildir.

Belge 51  Öğrencilerimizin piyano çalışabilmesi için, (gönüllü olarak)  haftada 4 gün akşam saat 17,30’dan 22,00’ye kadar Bölümde nöbet tuttuğum günlere ait haftalık nöbet çizelgelerimden biri.

Öğrencilerimizin piyano çalışabilmesi için, haftada dört gün akşam saat 10,00’a kadar Bölümde nöbet tuttuğumdan, o zamanlar Bornova’da olan Bölümüzden Karşıyaka’daki evime (o saatlerde daha da seyrelmiş olan) dolmuş, otobüs ve vapur yolculuklarıyla gece 12,00 den önce ulaşamadığım, Cumartesi-Pazar günleri de Derneğe gelir sağlamak için ilkokul kurslarında çalıştığım için arkadaş ve akrabalarımla sosyal ilişkilerim de bitmişti.

Oransay, (aşağıda sunduğum  Belge 52 yazısının c maddesinde de görüleceği üzere)  yasalarda yeri olmayan  keyfi bir kararla “Bölümün gereksinmeleri dolayısıyla iş saatleri dışında üstlenilecek nöbet, çalıştırma vb. görevler için kullanılmış sürenin iki katı süre iş saatleri içinde izin olarak kullanılabilecektir” diyordu. (Aynı duyuru Belge 47 yazısının c maddesinde de vardı.)

Belge 52  Bölüm Başkanlığının Belge 47’nin alt tarafındaki tarihsiz 32 numaralı yazısı.

Bölüm için gönüllü olarak yaptığım fedakarlığı, asli görevim olan mesaimden düşmeyi aklımdan bile geçirmediğim için,  ben bu yasalara aykırı iznin bir dakikasını bile kullanmadım. Nitekim 10.8.1981 gün ve 53 sayılı yazısı ile yaptığı suçlama  üzerine verdiğim aşağıdaki, 12.8.1981 tarih ve 7 kayıt nolu 3 sayfalık (Belge 53) cevabi dilekçemin 2. sayfasında “Ben 8 yıllık meslek hayatım boyunca hiçbir zaman görevden kaçmadım. Başkanlığınız,  gayriresmi bir saatlik fazla mesaiye karşı 2 saatlik resmi mesai izni verip, haftanın bir iş gününü gayriresmi bir kararla “özgür çalışma günü”  ilan ederken, ben değil özgür çalışma günü, değil bir saatlik fazla mesaiye karşı  iki saat mesai  izni kullanmak, cumartesi Pazar günlerimi bile bölüm için çalışarak geçirdim, geceleri okulda kalıp nöbet tuttum ve uygulamanız sonucu alacaklı çıktığım 392 saat fazla mesaimi, mesai saatleri içinde kullanmayı aklımdan bile geçirmedim. Nitekim geçen sene de, gece sabahlara kadar öğrencilere band kaydı yapıp derneğe kazandırılacak beşer TL. için haftada 40 saat band kaydı yaptım” diyorum…

Belge 53  Bölüm Başkanlığına sunduğum 12.8.1981 tarih ve 7 kayıt nolu 3 sayfalık dilekçemin 2. sayfasından bir bölüm.

Baskılar bunlarla da kalmadı.  Tüm öğreticilere ismen gönderdiği 5.11.1981 gün ve 228 sayılı aşağıdaki (Belge 54) yazısının 1. maddesinde “İzin dilekçesinde izin nedeni ‘özel’, ‘ailevi’, ‘Kütüphaneye gidiyorum’ gibi yuvarlak sözlerle değil, denetlemeye olanak verecek biçimde ayrıntılı olarak ve özellikle  yer belirterek (sözgelimi ‘Bornova Ticaret Bankası’na gideceğim’) yazılacaktır” diyordu…  Bütün bu açıklamalar da para vererek satın aldığımız el kadar Bilet-Dilekçelere sığmayacağı için, Bilet-Dilekçe döneminden kendi kağıtlarımıza yazıp verebileceğimiz PARASIZ-DİLEKÇE dönemine geçtik.  Adı üstünde “özel” ya da “ailevi” nedenlerimizin bile açıklanmasını istemesi çok rahatsız ediciydi ama, en azından dilekçe kağıtları bedavaya gelmişti… Oransay, kendisine imzalatarak verdiğimiz pullu dilekçeleri delil olarak sakladığımızı duymuş ya da tahmin etmiş olmalı ki, pul isteğinden de vazgeçti. Böylece ilk zaferimizi elde etmiş olduk: DİLEKÇE VERMEK ARTIK BEDAVAYDI (!)

Belge 54  Bölüm Başkanlığının 5/11/1981 gün ve 228 sayılı yazısı.

Oransay, daha önceki emirleriyle de  “gitmek için izin aldığımız yere gerçekten gidip gitmediğimizi gösteren bir belge ile dönmemizi” istediği için zaten her gittiğimiz yerden (orada yaptığımız işi, bulunduğumuz süreyi gösteren)  bir belgeyle dönmeye özen gösteriyorduk. Bu nedenle daha önceki emirlerin yinelenmesi niteliğinde olan Belge 54 emir herhangi bir farklılık getirmedi. Gittiğimiz yerlerden talep edip getirmek zorunda bırakıldığımız söz konusu belgelerden örnekler:

Belge  55

Belge  56

Yukarıdaki iki “takip belgesinde” (Kurumlarda “takip belgesi” diye bir belge olmaz ama ben durumun saçmalığını vurgulamak için öyle adlandırıyorum) hangi Makamın isteği üzerine verildiği yazılıp “Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığına” denmiş. Rektör Yardımcısı Prof.Dr.Özcan ÖZAL imzalı aşağıdaki iki örnekte ise, “Kendilerine bağlı bir Fakülteye bu tip bir belge vermenin saçmalığı düşünülmüş olmalı ki, yalnızca “İlgili Makama” denmekle yetinilmiş… Oransay, bizleri almak zorunda bıraktığı her belgede biraz daha battığının farkında bile değildi ama bizler, belge istediğimiz herkesin yüzünde beliren ifadeyi görebiliyorduk…  

Belge  57

Belge 58

40 yıl sonra sandıktan çıkardığım aşağıdaki belge çok daha çarpıcı: Dekanlığa her gidişimde Fakülte Sekreteri Tamer Kinson’a, ne sebeple gelip saat kaçtan kaça kadar orada kaldığımı, Bölüme geldiğimde de Sekreter Dilek Buldam’a, geliş saatimi dakikası dakikasına yazdırmış ve Alsancak’taki Dekanlık Binasından 9.45’de çıkıp (arabam olmadığı halde) 15 dakika sonra Bornovada’ki iş yerimde olmuşum. Buna rağmen attığımız her adımı, gittiğimiz her yeri belgelemek zorundayız…. Çantamız belgelerle dolu. Tek eksiğimiz ayaklarımızda pranga ve üzerimizde çizgili mahkum elbiseleri…

Belge  59

Kontrolun ulaştığı katılık nedeniye, (bir Osmanlıca metin üzerinde yapacağım çevriyazım çalışması için) aynı kampüs içinde bulunan Tarih Bölümüne gidebilmek için bile, yurt dışına çıkar gibi ayrıntılı izin dilekçesi vermek zorunda kalmışım. Kimle beraber olacağımdan, döneceğim saat ve çalışacağımız yerin telefonuna kadar her şey belirtilmek zorunda… (Ayrı koğuşlarda kalan mahkumların birbirini ziyareti bile sanırım bu kadar zorlaştırılmıyordur…)

Belge 60   Tarihçi Dr. Zeki Arıkan’la bir Osmanlıca metin çevriyazımı üzerinde çalışma amacıyla aynı kampüs içindeki Tarih Bölümüne gidebilmekm için bile, her türlü takibe olanak verecek biçimde yazmak zorunda bırakıldığım bir izin dilekçesi. (daha doğrusu zulüm dilekçesi)

Bu saçma baskı ve kontrol yöntemleri zaman zaman çok komik (daha doğrusu trajikomik) olaylara da sebep oluyordu ki bunun en tipik örneği Öğr. Gör. Muzaffer Gürgüneş’in Oransay’a verdiği izin dilekçesi oldu: Gürgüneş çok şakacı mizaçlı  ve bir o kadar da inatçı bir insandı. Oransay’ın “İzin nedeninizi ayrıntılı olarak bildirip, kontrollere olanak verecek biçimde gideceğiniz yerin tam adresini yazın” biçimindeki 5.11.1981 tarihli (Belge 54) emrinden 2 ay sonra  (6 Ocak 1982 Çarşamba günü), günlerce güldüğümüz şöyle bir dilekçe yazmıştı:

Böyle dilekçe olur mu!” diyebilirsiniz ama , Size verilen yazılı emirde, “izin nedeni ‘özel’, ‘ailevi’, ‘Kütüphaneye gidiyorum’ gibi yuvarlak sözlerle değil, denetlemeye olanak verecek biçimde ayrıntılı olarak ve özellikle yer belirterek…yazılacaktır”  denmiş olsa ve bir de gittiğiniz yerden belge istenmiş olsaydı, hamama gidebilme dilekçenizi siz nasıl yazardınız?

Lisans sınıflarında okuttuğumuz dersler ve izinli olduğumuz süreler dışındaki tüm saatleri odalarımızda geçirmemiz isteniyor, herhangi bir nedenle bir başka arkadaşın odasında bulunduğumuz kısa süreler bile  (muhbir olarak görevlendirdiği kişilerce hemen bildirildiği için ) odamızda bulunmadığımız dakikaları da belirten ihtar yazıları gönderilip “belirtilen dakikalar arasında nerede olduğumuzu” yazılı olarak bildirmemiz isteniyordu. Örneğin asistan Kumru Canku’ya gönderdiği  25.1.1982 tarihli aşağıdaki (Belge 61) yazıda, (sanki Sıkıyönetim Komutanlığından öyle bir emir gelmiş gibi işin içine Komutanlığı da katarak) “ Sıkıyönetim Komutanlığının başkanlığımız aracılığıyla size yazıyla bildirilmiş kesin emrine rağmen çalışma saatları içinde işyerinizi izinsiz olarak terketmekte olduğunuz gözlemlenmektedir. Son olarak bugünkü 25 Ocak 1982 pazartesi günü saat 15.15-16.05 arası izinsiz olarak iş yeri dışına çıkışınızın nedenini 26 ocak 1982 Salı günü saat 17.30’a kadar yazıyla bildirmeniz gerekmektedir” diyor.

Belge 61   Bölüm Başkanlığınca Kumru Canku’ya gönderilen 25/1/1982 gün ve 79 sayılı yazı.

Kumru Canku’nun 15.15-16.05 saatleri arasında nerede olduğu konusu bir yana, bir Bölüm Başkanı, çalışma odası  kendi bulunduğu katta bile olmayan bir asistanın, odasından ayrıldığı süreleri dakikası dakikasına nereden ve nasıl bilebilir? Odaların kapısında zaman ayarlı turnike mi vardı yoksa görevlendirdiği jurnal ekibi 8 saat boyunca odalarımızı mı gözetliyordu?  Bir asistan odasından çıkıp bir başka öğretim elemanının odasına ya da (belli ki o da istenmiyordu ama) tuvalete falan gidemez miydi? Mesai saatleri boyunca odalarımızda hapis miydik? Bu ne biçim bir kontroldü?  Ve… şimdi okuyun lütfen Kumru Canku’nun ertesi gün verdiği (Belge 62) cevap yazısını “iş yeri dışına çıkmakla” suçlandığı sürede neredeymiş?

Belge 62

Oransay’ın belirttiği dakikalar arasında neredeymiş K. CANKU?  “Bölümün hademesi,  Oransay’ın yanında olan birkaç kişi dışında hiç kimseye hizmet vermediği için, Öğr.Görevlileri Fehamettin Özgüç ve Dr. Edip Günay’la birlikte Oransay’ın da odasının bulunduğu üst kata çay içmeye çıkmışlar…”  Vay iş kaçkını “hainler” vay. Hem mesai saatleri içinde odanı terk edip üst kata çay içmeye çık, hem de bu cürmü, Oransay’ın karşısında yer almış iki “iç mihrakla” birlikte işle. Doktoran engellenmiş çok mu? “Katl-i vâcübdür!” denilmediğine şükret… Şaka gibi değil mi? Ama bu trajikomik şaka bizim o yıllardaki gerçeğimizdi…

Baskı bu kadarla da kalmadı. 5.11.1981 tarihinde gönderdiği (Belge 54) garip emirle  yetinmeyen Oransay,  aynı gün , aşağıda sunduğum ikinci emri gönderdi. Yalnızca yasa ve yönetmeliklere değil, temel insan haklarını da aykırı olan (Belge 63) yeni emrinde, “Bazı öğretim görevlisi ve asistanların çalışma saatleri içinde iş yerinden izinsiz ayrılıp imza saatinde döndüklerini” ileri sürerek  “Bu durumun bir disiplin suçu olduğunu hatırlatır,  konunun denetlenebilmesi için bugünden itibaren öğretim görevlilerine ve asistanlara ait odaların kapılarının çalışma saatleri boyunca kapatılmayarak yaklaşık 180 derece açık tutulmasını ve herkesin kendine ayrılmış mekânda görevini yerine getirmesini rica ederim” diyordu…

Belge 63   Oda kapılarımızı mesai saatleri boyunca yaklaşık 180 derece açık tutmamızı emreden 5/11/1981 gün ve 202 sayılı Bölüm Başkanlığı yazısı.

Hücre kapıları, içerisi tamamen görülebilecek şekilde 180 derece açık bırakılacak ve mahkumların hücreden hücreye geçip kendi aralarında konuşmaları da yasak… Üstelik emirde eksiklik de var: Tuvalet kapıları unutulmuş…  Def-i hâcet sırasında açık mı bırakacağız kapalı mı belli değil… Emirler ve uygulamalar o boyuta ulaşmıştı ki MÜZİKOLOJİ Bölümünde mi çalışıyoruz ZÜBÜKOLOJİ Bölümünde mi anlayana aşkolsun.

9.2 – Yasal olmayan emirlerle, Yönetimindeki öğretim elemanlarının öğrencileriyle ders dışında konuşabilmesini ve kendisi tarafından belirlenmiş (!) müzik terimleri dışında terim kullanmasını yasaklamaya kalkışmak

Kendini kontrol edebilme yetisini tamamen kaybettiği anlaşılan Bölüm Başkanımız, baskıda sınır tanımaz hale gelmiş, yasa dışı emirlerle her türlü sınırı aşmaya başlamıştı. Gittikçe artan yetki aşımlarının bir başka örneği, öğrenci danışmanlıklarımızı iptal edip tüm danışmanlıkları kendi üzerinde toplamak ve öğrencilerle bireysel görüşmemizi yasaklamak oldu. 1981 Ağustosundaki bir Bölüm Kurulu Toplantısında “Üzerimizdeki tüm öğrenci danışmanlıklarını iptal edip kendi üzerine aldığını” duyuran Oransay, bununla da yetinmeyerek,  5 ay sonra her birimize  gönderdiği 8.1.1982 tarihli (Belge 64) yazının 2. ve 3. maddelerinde  “2) Bütün öğrencilerimiz için danışmanlığın 1981 Ağustos’unda duyurulmuş görüşme saatlari içinde  bölüm başkanlığınca yürütüldüğüne, hiç bir öğreticinin öğrencilere danışmanlık yapmaya yetkili ve izinli olmadığına, 3) Öğretim huzurunu bozacak , öğrencileri özellikle girdiğimiz sınav döneminde endişeye düşürecek söz, davranış ve girişimlerin ağır disiplin suçu oluşturacağına bilginizi önemle rica eder(im)” diyordu… 

Belge 64  Bölüm Başkanlığının 8/1/1982 gün ve 27 sayılı yazısı.

Bu yazının 3. maddesindeki, herkesin yürekten katılacağı “Öğretim huzurunu bozacak , öğrencileri özellikle girdiğimiz sınav döneminde endişeye düşürecek söz, davranış ve girişimlerden kaçınma” uyarısıyla  kamufle etmeye çalıştığı tehdit, 2. maddedeydi: (özetle)  “Öğrencilerle bireysel konuşma yasak, onlarla belirlediğim görüşme saatlerinde  yalnız ben konuşabilirim ve aksini yapmak ağır bir disiplin suçu olarak değerlendirilecektir”  demiş oluyor ve gerekçe olarak da “sınav dönemini” öne sürüyordu.

Biz Oransay’ı çözümlemiştik. Neyi ne için yaptığını anlıyor ve hatta bir sonraki hamlesinin ne olabileceğini de az çok kestirebiliyorduk.  Bu da, konumumuzun zayıflığına rağmen elimizi güçlendiriyordu; Oransay, Bölümde yaşananları öğrencilere anlatmamızdan endişe ediyordu…  Oysa, Oransay tarafından organize edilen jurnal ekiplerinin mesai saati boyunca odalarımızı gözleyip bir başka arkadaşın odasında bulunduğumuz süreleri bile dakikası dakikasına bildirdiği,  kimlerin o jurnal ekibinde görevli olduğunu tam olarak bilemediğimiz bir ortamda, bu konuları grubumuz dışındaki kişilerle konuşacak kadar aptal olmadığımız gibi, derslerimizin ve öğrencilerimizle yapacağımız çalışmaların bir tek dakikası bile, Bölümde yaşananları anlatarak heder edebileceğimiz kadar değersiz de değildi…

Oransay’ın jurnal ekibi güçlü olduğu için toplu derslerden korkusu yoktu, ama belli ki, Piyano, Ir (Şan)  vb. bireysel derslerden ve odalarımızda ya da koridorlarda yapabileceğimiz bireysel görüşmelerden endişeliydi. Ancak bireysel görüşmelerin yasaklanması, toplu derslerde işlediğimiz konularla ilgili bir şey sormak isteyen, yaptığı armonizeyi kontrol ettirmek isteyen ya da hazırladığı bir parçayı dinletmek isteyen öğrencilerimizi de engelleyici bir durumdu. Oysa bu vb. başvurularında öğrencilerimize yardımcı olmak oradaki asli görevimizdi…

Bölüm Başkanı bireysel görüşmeleri yasaklayıp “yalnız bana sorabilirler” demiş oluyordu ama okuttuğumuz Piyano, Ir (şan) , ya da Uyumbilgisi (armoni) dersiyle ilgili bir sorunu olan öğrenci, o derslerle hiçbir ilgisi olmayan Oransay’a neyi sorup ne cevap alabilecekti?… Eğitim görevimizi önemli ölçüde engelleyen bu emrin yasal olmadığını, dolayısıyla “yok” hükmünde olduğunu çok iyi  bildiğimiz halde, bizimle görüşen öğrencilerimizin jurnalciler tarafından mimlenip  zarar görmemesi (!) için,  sorunlarını ders içinde çözümleme yoluna  gidip bireysel düzeyde görüşmelerden olabildiğince uzak durmaya çalıştık.

Oransay’ın bir sonraki hamlesi “derslerimize kontrol amacıyla her an girebileceğini” belirten aşağıdaki (Belge 65) yazı oldu. Parlak kağıt üzerine daktiloyla yazılmış ve üzerinden 40 yıl geçmiş olduğu için ancak büyüteçle okunan (Belge 65)  yazıda aynen şöyle deniyordu:

“S. Öğ.Gör.Muzaffer GÜRGÜNEŞ

2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nun 42 madde  a  v e  b  bendleri ile 36. Madde f bendi ‘öğretim elemanlarının görevlerini yapmaları’ konusunda bölüm başkanlarınca izleme ve denetleme yapılmasını amir bulunduğundan ders, uygulama ve sınavlarınıza her an girerek izleme ve özellikle a) içerik (müfredat)  b) yöntem  c) öğreticinin derse hazırlanışı  ç) öğrencileri ulaştığı yükselti  d) terim birliğine uygunluk açılarından denetleme görevimi yerine getirebileceğime ve buna göre hazırlıklı olmanıza bilgilerinizi rica ederim” diyordu…

Belge 65  Bölüm Başkanlığının 2/12/1981 gün ve 332 sayılı yazısı

Aradan geçen 40 yıl içinde birtakım değişiklikler yapılmış olan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanununun 42/ab ve 36/f maddelerinde söz edilen “denetim”, (6 Kasım 1981 gün ve 17506 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren o dönemdeki ilk biçiminden aynen aktardığım aşağıdaki maddelerde de görüleceği üzere)  Oransay’ın çarpıtarak kendisine “müfettiş” yetkisi çıkarmaya çalıştığı türden bir denetim değildi ve hiçbir zaman da olmadı.

MADDE: 36

Yukarıdaki maddelerde de apaçık belirtildiği üzere, “öğretim elemanlarının eğitim-öğretim, bilimsel araştırma,yayım, seminer, klinik ve uygulama faaliyetlerinin bilimsel yönden denetimini konu alan ve yıllık faaliyet raporları üzerinde” yapılan bir denetimi, polis baskını yapar gibi aklına her estiğinde ansızın derse girip öğrencinin gözü önünde yapabileceği zannına kapılmak her şeyden önce derse ve o dersi okutan hocaya saygısızlık olup  böyle bir saygısızlığı yapabilmek hiç kimsenin haddi değildi.  Ders verdiğimiz sınıfların kapısın açıp içeriye dalmaya kalkıştığında hangi tepkiyle karşılaşacağını, öğrencinin gözünün önünde ne hale düşürüleceğini kendisi de az çok tahmin etmiş olmalı ki, aklına estikçe içeri dalmak şöyle dursun, ders verdiğimiz sınıfların kapısına bile yaklaşmadı.

Oransay yukarıda sunduğum  Belge 65 yazısında, “terim birliği” açısından da deneneceğimizi bildiriyordu ki, “terim birliğinden” neyi kastettiğini Dr. Edip Günay’a daha önce gönderdiği  13.11.1981 tarihli (Belge 66) yazısının 3. maddesinde çok daha açık ifade etmişti: “Bölümde terim birliğinin korunması için derslerde kullanılan terimler Belgelik’teki “Küğsel Çoğaltmalar” dizisinde, özellikle 4444 sırasayılı çoğaltmadakilere uyacak, buralarda karşılığı bulunmayan kavramlar gerektiğinde bölüm başkanlığına yazıyla başvurularak   ö ğ r e n i l e c e k t i r.”

Belge 66 Derslerde hangi terimlerin kullanılacağını belirten 13/11/1981 gün ve 260 sayılı Bölüm Başkanlığı yazısı

Kendisinin Prof.Dr. unvanını yazdığı halde, yazı gönderdiği Öğretim Görevlisinin Dr. Unvanını bile yazma gereği duymayan, aslında kısaltılmaması gereken ama kısaltıldığı zaman da Sn  yazılması gereken “Sayın” sözcüğünü bile arkasından neyin geldiği belli olmayan (!)  bir “S” kısaltısıyla gösteren  bu yazıdaki  garip emrin (!) analizi, müzikbilimcilerin mi yoksa ruhbilimcilerin mi ilgi alanına girer bilmiyorum ama,  bu ülkede “terim birliğinden” söz edebilecek en son kişi Gültekin Oransay olmalıydı… Çünkü “birlik” ve “özgürlük” kavramları karşıt kavramlar olduğundan,  ortak kullanılan her terimin yerine alternatif bir terim getirme çabasında olan Oransay gibi bir insanın, “terim birliğinden” değil, olsa olsa “terim özgürlüğünden”söz etmesi gerekirdi ki, bu da herkes tarafından anlayışla karşılanırdı…  Ama, yalnızca müzik terminolojisinde değil günlük konuşma ve yazı dilinde de, yaygın olarak kullanılan neredeyse her terimin, her sözcüğün yerine alternatif bir başka terim, bir başka sözcük uydururken ülkedeki “terim birliğini” aklına bile getirmeyen bir insanın, hasbelkader Bölüm Başkanı olduğu bir Devlet kurumunda, kendi türettiği ya da benimsediği terimler için  “birlik” saplantısına girip bunu bir “emir” konusu yapmaya kalkışması, “bilim adamlığı” değil “haddini bilmezlik” örneğiydi…

Oransay’ın terminoloji konusuna çok kafa yorup önemli terimler türetmiş olduğu gerçeğini kimse inkar edemez. Türettiği ya da müzik alanına uyarladığı bazı terimleri biz de inanarak severek kullandık/kullanıyoruz da,  ama  müzik konusunda en az kendisi kadar bilgili ve deneyimli olan Nurhan Cangal, Dr. Edip Günay, Muzaffer Gürgüneş, Fehamettin Özgüç gibi değerli hocalar bir yana, birinci sınıftaki bir öğrenciye bile “derslerde kullanılan terimler Belgelik’teki “Küğsel Çoğaltmalar” dizisinde, özellikle 4444 sırasayılı çoğaltmadakilere  uyacak, buralarda karşılığı bulunmayan kavramlar gerektiğinde bölüm başkanlığına yazıyla başvurularak   ö ğ r e n i l e c e k t i r.” denmez, denemez!  

Bizler, kullanacağımız terimleri, emirlerle talimatlarla ya da kim tarafından türetilmiş olduğuna bakarak belirlemediğimiz için bu hadsiz emrine rağmen (kızgınlıkla tümden reddetmeyip) benimsediğimiz terimlerini kullanmayı sürdürdük/sürdürüyoruz ama benimsemediğimiz terimlerini de hiçbir zaman kullanmadık, çünkü, , o öyle istiyor diye,  müzik ya da musiki yerine küğ,  şarkı söylemek yerine “ırlamak”, dans etmek yerine “kırınmak”,  sayfa yerine (önce) “yüz” (üç ay sonra da vazgeçtim bundan sonra “yüzlem” diyeceğiz dediği için) “yüzlem” ,peygamber yerine “yalvaç”,  rahip yerine “karabaş” demek zorunda değildik, çünkü biz Oransay’ın papağanı değil, kendisiyle aynı Bölümde çalışan öğretim elemanlarıydık.  Dolayısıyla (o kendisini müzikten anlayan tek kişi zannetse de) bizim de bir müzik geçmişimiz vardı ve hangi terimi kullanıp hangisini kullanmayacağımıza karar verebilecek yaşta ve düzeydeydik…  

Oransay’ın  “Bölümde terim birliğinin korunması için derslerde kullanılan terimler Belgelik’teki “Küğsel Çoğaltmalar” dizisinde, özellikle 4444 sırasayılı çoğaltmadakilere uyacak “ dediği 4444 sırasayılı teksirin ilk sayfasını aşağıda (Belge 67) görüyorsunuz.  “Keyfilik” ve “kendi tercihlerini her şeyden üstün görme” saplantısı daha ilk sayfadan başlıyor: Kapak olarak kullanılan ilk sayfada başlık olarak  “Gültekin Oransay / Küğ Terimleri Karşılıklar Sözlüğü”, yayın kurumu olarak da EGE ÜNİVERSİTESİ GÜZEL SANATLAR FAKÜLTESİ  KÜĞ BÖLÜMÜ” denmiş olduğu görülmektedir… Gültekin Oransay’ın Bölüm Başkanı, bizim de öğretim elemanı olarak görev yapmakta olduğumuz Bölümün resmi adı EÜ GSF KÜĞ BÖLÜMÜ değil EÜ GSF MUSİKİ BÖLÜMÜ idi…

Şimdi soruyorum: Bir Bölüm Başkanı, görev yaptığı Bölümün resmi adını nasıl ve ne hakla değiştirebilir?  Görev yaptığı Bölüm adına yapılmış yayınlarda bile kafasına göre isim değişikliği yaptığı o resmi kurum, Üniversitenin bir Bölümü mü, yoksa Oransay’ın çiftliği miydi? Görev yaptığı üniversite kurumlarının resmi adı konusunda bile “birlik” gözetmeyip keyfince değişiklikler yapan bir insan,  yönettiği Bölümde hangi “terim birliğinden” söz edebiliyordu? Uymamızı emretme cür’eti gösterdiği bu teksirin yalnızca ilk sayfası bile tam bir “keyfilik” ve “kendi tercihlerini her şeyden üstün görme” örneği değil midir?

Aslında bir “müzikoloji bölümü” olan Bölümümüzün “musiki bölümü” olarak adlandırılması da yine Oransay’ın ısrar ve inadından kaynaklanmıştı. Çünkü Oransay  “küğ bölümü” olarak adlandırılmasında ısrar etmiş, Fakülte ve Üniversite yönetimi “küğ” sözcüğüne kuşkuyla bakıp Türk Dil Kurumundan görüş istemiş, oradan da olumsuz görüş gelince, “müzik” terimini kullanmama konusunda çok ısrarlı olan Oransay  (benzer durumlarda sıkça yaptığı üzere) “musiki” terimini önermiş ve “Musiki Bölümü” olarak adlandırılmasında uzlaşmışlar. Fakülte ve Üniversite yönetimi Bölüm içindeki ders adlarına karışmadığı için müzikle ilgili derslerde “Küğ Tarihi”, “Küğe Giriş”, “Küğ Yazımı” vb. biçimde “küğ” terimi  kullanılıyor ve böylece “Musiki” Bölümünde “küğ” dersleri okutarak “müzikolog” yetiştirmek gibi garip bir iş yapmış oluyorduk. Ama Bölümün resmi adı “Musiki Bölümü” idi… Oransay’ın  “müzik” terimini kullanmama konusundaki ısrar ve inadından dolayı Türkiyedeki ilk “müzikoji bölümünün” adı bile işlevine uygun biçimde konulamamış “Musiki Bölümü” denmişti… Oysa aynı Oransay, kendi ısrar ve inadı yüzünden konulmuş resmi adı da keyfi biçimde değiştirip “Küğ Bölümü” olarak adlandırabiliyordu…

Belge 67  Belge 66 yazılı emirle derslerde uyulması istenen terimlerin bulunduğu 4444 sırasayılı teksir.

Şimdi de, kapak olarak kullanılan ilk sayfasında “KÜĞ TERİMLERİ KARŞILIKLAR SÖZLÜĞÜ”,  iç sayfalarında ise “KÜÇÜK KÜĞ GENBİLİĞİ” başlığını taşıyan bu sözlüğün herhangi bir sayfasından (ör. 4556b1 numaralı sayfa ) küçük bir bölüm okuyalım (anılan sayfa, son paragraf, ilk iki cümle): Lütfen okuyup anlamaya çalışın!

Belge 68  Belge 66 Başkanlık yazısıyla uyulması emredilen 4444 sırasayılı Terimler sözlüğünden bir cümle örneği.

Anlayabildiniz mi? Şayet  bir şeyler anlar gibi olduğunuzu düşünüyorsanız, şimdi de, ne anladığınızı anlatmayı bir deneyin bakalım başarabilecek misiniz? Olmuyor mu? Üzülmeyin! Oransay’ı göklere çıkararak Oransay üzerinden kendini yüceltmeye çalışan öğrencisi Dr. Ayhan Sarı’nın “sizin gibiler” için kullandığı deyimle “taze soğan” olduğunuz içindir…  Oransay’ın yalnızca Dağar, Arapça ve Farsça gibi birkaç ders okuttuğu Musiki Bölümü Lisans öğrenimini, (özgeçmişinde verilen bilgilere göre) Oransay’ın üniversiteden uzaklaştırıldığı 14 Mart 1983 tarihinden iki yıl sonra (1985 yılında) bitirip “Oransay tarafından yetiştirilmiş olmakla” övünen (ve Oransay’ın okuttuğu Dağar, Arapça ve Farsça derslerinden bir şey öğrenmiş olsa minimum düzeyde de olsa Arapça, Farsça bilmesi gerekmez miydi dedirten) o genç Müzikolog, facebook sayfasındaki yazısında, sizin gibiler için “taze soğanlar” ifadesini kullanıp “O kişi/kişiler ki Hoca’nın 1980’de verdiği Türk musikisi ders isimlerini içeriklerini “gerçekten” bilse/anlama yetisine haiz olsa eminim ki böyle düşünmezlerdi ve maalesef o kişilerin takdir edeceği, saygıyla anacağı bir müzikbilim hocaları olmamıştı. Şimdi titr sahibi olan o kişilerin Oransay’ın 1980 de verdiği ders seviyesine gelmeleri pek de mümkün görülmüyor.” diyor…  (Yazının tam metni Belge 120’de verilmiştir.)

“Okuduğunu anlama yetisine bile sahip olmayan ve (bilirkişimiz tarafından) o seviyeye gelmeleri pek de mümkün görünmeyen Siz Taze Soğanlar!” gördüğünüz onca eğitime ve sahip olduğunuz unvanlara rağmen okuduğunuz iki cümleyi anlayamadığınız için üzülmeyin… Buram buram “çeviri” ve “ben yaptım oldu” yaklaşımı kokan o cümleleri okuyarak yetiştiklerini iddia edenlerden bazıları da (!) pek bir şey anlamamış olmalı ki, “müzikoloji” adına yazdıkları yazılarda, bilgi, belge ve bilgelik ortaya koyacaklarına, bazı siyasetçileri de gerilerde bırakacak bir üslupla “taze sovan”, “hain”, “iç mihrak”,  “dış mihrak”, “maşa” vb. hakaret sözcüklerine sarılmayı tercih edebiliyorlar…  Ama müzikbilimcilerden çok ruhbilimcilerin inceleme alanına giren bu yaklaşımı da anlayışla karşılamak gerekiyor, çünkü bir ata sözünde çok güzel dile getirildiği üzere,  BAŞAKLARIN İÇİ BOŞ OLANIDIR Kİ, BAŞINI DAİMA HAVADA TUTAR. 

Oransay  “Almancayı ana dili gibi bilmesiyle” çok övülür. Öyleydi de, ama “gibi” si fazlaydı. Çünkü Romen asıllı annesi Karina Sapatka Almanca konuştuğu ve 1930 yılında Berlin’de doğan Oransay da çocukluğunun (dil öğrenimi açısından en önemli devre kabul edilen) ilk üç yılını Berlin’de geçirip Türkiye’ye üç yaşına doğru geldiği için,  Almanca zaten ana diliydi. Dil konusuna çok kafa yoran ve çok okuyan Oransay, üniversite öğrenimini de Almanya’da yaptığı için, Almancası iyi eğitim görmüş bir Almanın Almancasından farksızdı, anlaşılması güç olan yanı Almancası değil, kendine özgü terimleriyle anlaşılmaz hale getirdiği  buram buram çeviri kokan Türkçesiydi…

Oransay’ın kâale bile almadığımız yukarıdaki hadsiz emri üzerinde daha fazla durmaya gerek olmamakla birlikte, son zamanlardaki yayınlarda “dilbilimciliği” çok vurgulanıp yüceltildiği için “dilbilimciliği” üzerinde biraz durmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

Yukarıda da ifade ettiğim üzere, Oransay’ın önemli terimler türetmiş ya da yabancı dildeki (özellikle Almanca) terimleri müzik terminolojimize çok başarılı biçimde uyarlamış bir insan olduğunu, hiç kimse inkar edemez ve etmemiştir. Ancak bu konuda iki sorun yaşanmıştır/yaşanmaktadır: Birincisi, müzik öğrenimleri, Oransay’ın yönettiği Musiki Bölümünden ibaret olan bazı öğrencilerinin, o Bölümde öğrendikleri her Türkçe müzik teriminin “Oransay tarafından geliştirilmiş olduğunu” zannetmeleri (oysa yalnızca, 1954 yılında yayınlanan TDK Terim Anketleri “Müzik”, 1961 yılında yayınlanan M. R. Gazimihal/Musiki Sözlüğü ve H. S. Arel’in kitaplarını dikkatle okuyup incelediklerinde bile “Oransay tarafından geliştirildiğini” zannettikleri terimlerden bir çoğunun, çok uzun zamandan önce geliştirilip kullanılagelen terimler olduğunu göreceklerdir. İkinci sorun ise, geliştirdiği ya da uyarladığı terimlerle müzik terminolojimize son derece önemli katkılarda bulunmuş olan Oransay’ın , her bir terime (kendi damgasını vurma konusundaki aşırı hırsından olsa gerek), benimsenme ve yaşama şansı hiç olmayan ölü bebek misali terimler de türetip (yukarıdaki yazılı emrinde de görüldüğü üzere) kullanılmaları konusunda ısrar etmiş olmasıdır. Oysa kullanılması konusunda ısrarlı olduğu terimlerin bazıları (aşağıdaki örneklerde de görüleceği üzere) sorunlu terimlerdi ya da en azından bizler öyle düşünüyorduk. Örneğin olaylar başlamadan çok önce bir sabah gelip “Beyler dün Ankara’dan İzmir’e gelirken yolda karar verdim bundan sonra diyez yerine dik, bemol yerine yon diyeceğizdedi ve “dik” teriminin “sesin dikleşip yükselmesinden”, “yon” teriminin de “yonulup (yani “yontulup”) alçalmasından” (nasıl oluyorsa…) geldiğini söyledi.  O gittikten sonra asistan arkadaşım Yaşar Doruk’la birlikte, söylediği terimleri kullanarak  Dodiyez, Rediyez, Midiyez…şeklinde yükselen diyezli bir dizi yapmayı denedik ve şu sözcükler çıktı: Dodik, Redik, Midik, Fadik,Sodik (Biz Amerikalılar gibi Sol’ün sonundaki l harfini söylemeden So diyorduk), Ladik ve Sidik …  Hemen Oransay’ın odasına koşup “Hocam diyez yerine ‘dik’ diyerek diyezli aşıt (dizi) yapınca Fa’ya gelince ‘Fadik’ oluyor, haydi o neyse ama,  Si’ye gelince de  ‘Sidik’ oluyor, ne yapacağız ?” dedik. (Gerçi biz Si yerine önceleri Ti, daha sonra da  Gi demeye başlamıştık  ama, o zaman da Tidik ya da Gidik oluyordu.)  Pratik zekasıyla her şeyin çaresini bulan profesörümüz çözümü anında söyledi: “Dodik, Redik biçiminde değil, diyezi önce söyleyerek Dikdo, Dikre… biçiminde söylenecek”  dedi. “Yonda problem görünmüyor onu nasıl söyleyeceğiz?” diye sorduğumuzda da “Tabi onu da perde adından önce söyleyip Doyon, Reyon  değil Yondo, Yonre diyeceğiz”diye yanıtladı.

Profesörümüzün anında türettiği bu çözümle “Sidik” sorununu aşmıştık ama bu sefer de, hemen tüm dünyada perde adı ya da harfinden sonra yazılıp söylenen diyez ve bemolü (tıpkı nota yazısında olduğu gibi)  perde adından önce yazıp söylemiş olacaktık… Evet nota yazısında değiştirgeç notadan önce yazılır ama yazı ve konuşma dilindeki yeri perde adından  sonra olup örneğin Re diyez, İng. D sharp; Alm. Dis ya da Re bemol, İng. D flat; Alm. Des örneklerinde olduğu gibi önce perde adı ya da harfi gelir. Oysa biz “Sidik” sorununu aşmak için, değiştirgeç adını perde adının önüne almakla, öteki ülkelerdeki yazım sırasına da ters düşmüştük ama “Oransay’a uyduktan sonra tüm dünyaya ters düşmüşüz kaç yazar” deyip dikli,  yonlu evreyi başlattık… 

Bu işe bizim kadar çabuk uyum sağlayamayan Edip GÜNAY , Nurhan CANGAL, Fehamettin ÖZGÜÇ, Muzaffer GÜRGÜNEŞ   gibi hocalarımız bile (ıkına sıkına da olsa) dikli, yonlu konuşmaya çalışıp bir takım çözümler bile geliştirmeye başladılar. Örneğin o günlerde kendi aramızda konuşurken Edip Bey sordu : “Tamam diyeze dik diyelim de, çift diyeze ne diyeceğiz?  CANGAL cevabı patlattı: Dimdik … (O zamanlar Gırgır ve Fırt adlı mizah dergileri çok meşhurdu, ama bizi fıttırtıp  o dergilere ihtiyaç duyurmayacak hale getiren yeterince malzememiz olduğu için Gırgır ya da Fırt parası vermiyorduk…) 

Oransay, daha önceki dönemlerde Amerikalılar gibi Ti olarak adlandırdığı Si sesini de artık Gi olarak adlandırmaya karar verdiği (!) için “Sibemol” demek istesek “Yongi” diyor , notada arka rakaya gelen iki Si’den sonraki La sesini  Si-Si-La yerine Gi-Gi-La biçiminde okuyorduk ve özellikle de Si’de sonra gelen Do sesinin Gi-Do biçiminde okunuyor olması, Oransay’a apayrı bir mutluluk veriyordu (!)  Çünkü Gi-Do dendiğinde Johanna İlahisinin ilk hecelerini kullanarak bugün bir çok kültürde kullanılan  Do-Re-Mi-Fa… biçimindeki adlandırmanın temelini atan Arezzo’lu Guido adının anılmış olduğunu düşünüyordu…  Gido ile Guido arasında nasıl bir ilişki bulunduğu sorusu bir yana,  Guido’nun solmisation sistemi, yalnızca Do-Re-Mi-Fa-Sol-La hecelerinden oluşan 6 seslik heksakordlara dayandığı için, öteki tüm heceler vardı ama bir tek Si (Oransayca Gi) hecesi yoktu… Guido döneminde hiç bilinmeyen ve hiç kullanılmayan, kullanıldığı daha sonraki dönemlerde de, Gi olarak değil Si ya da Ti olarak kullanılan bir heceyi Gi olarak kullanıp Do ile ardışmasından oluşan Gi-Do tınısıyla Guido’yu anmış olmak nasıl bir düşünce yapısıdır bilinmez ama Profesörümüz öyle düşünüyordu…

Örneğin bir başka garip terimi de, şarkı söylemek yerine kullandığı “ırlamak” terimiydi. Dolayısıyla şarkı (şan) dersine Ir, şarkı söyleyen kişiye de  “ırlağan” denilmesini istiyordu. Oysa tüm dillerde “onomatope” olarak adlandırılan bir özellik vardır. “Seslerin tanımladıkları  kavramları yansıtması” olarak tanımlanan ve dillerin doğallık ölçüsü olan onomatope özelliğinden dolayı, kullanılan sözcüklerle tınıları arasında doğal bir uyum olur. Örneğin “miyavlamak” sözcüğünde kedinin çıkarttığı “miyav” sesi, “havlamak” sözcüğünde köpeğin çıkarttığı “hav” sesi yansılanır ve “horlamak”, “zırlamak”, “dırlamak” gibi bütün sözcükler,  ifade ettikleri sesin tınısını yansıtırlar.

Türkçede “horlamak”, “hırlamak”,“zırlamak”, “vırlamak”, “dırlamak” gibi sözcükler ise hep rahatsız edici tınıları yansıtmak için kullanılan sözcüklerdir. Bu durumda nasıl olacak da “şarkı söylemek” kadar güzel bir müziksel aktivitenin, “horlamak”, “hırlamak”,”zırlamak” sözcüklerinin yansıttığı bir tınıyla “ırlamak” olarak adlandırılması insanı rahatsız etmeyecek?  Oransay, örneğin bezek ve tezek gibi sözcüklerinin tınısal benzerlikleri öne sürülerek  yapılan eleştirilere, burada tekrar etmekten hicap duyacağım başka bir takım tınısal benzerlik örnekleri vererek  karşı çıkışlarıyla da tanınır ve karşı tarafı mat etmek için verdiği  “zekice” tınısal benzerlik örneklerinden dolayı taraftarlarından alkış da alırdı ama burada söz konusu olan birbiriyle hiçbir ilgisi bulunmayan  “bezek” ile “tezek” kelimeleri arasındaki rastlamsal tını benzerliği değil, “ırlamak” terimini,  “horlamak” ve  “hırlamak” gibi sözcüklerle aynı gruba sokan onomatope gerçeğidir. Bu nedenle, Oransay sesini kullanarak müzik yapmak istediğinde (gerçi tek ölçülük bir şey çaldığını ya da söylediğini gören duyan da olmadı ya…) belki  “ırlıyordu” ama, bizler  “ırlama” işini, olsa olsa  uygun olmayan yastık ya da aşırı yorgunluk yüzünden geceleri yatakta yaptığımız için,  müzik yapmak istediğimizde  “ırlamıyor” şarkı söylüyorduk…

9.3 –  Kendisini şikayet etmiş olan öğretim elemanlarına, sürekli olarak angarya görevler verip yıldırmaya çalışmak ve verilen sürede yerine getirilip teslim edilmiş görevlerin “niçin yerine getirilmediğini” soran gerçek dışı yazılar göndermek suretiyle,  ilgili elemanları suçlayabilecek belgeler oluşturmaya çalışmak

Oransay, sistematik olarak sürdürdüğü mobbing uygulamalarından bezip kendi gönlümüzle Bölümden ayrılmamızı ya da karşı gelip suçlu duruma düşmemizi sağlayabilmek için, bir yandan  (daha önceki Bölümlerde belgeleyerek açıkladığım) “günde 4 kez imza atma, pullu dilekçe, izin dilekçelerinde özel ve ailevi nedenlerimizin bile ne olduğunu açıklama, izin alarak gittiğimiz yerlerden orada olduğumuzu gösterir belge getirme, oda kapılarımızı mesai saatleri boyunca yaklaşık 180 derece açık bırakma, öğrencilerimizle bireysel görüşme yapmama, derslerde onun belirlediği terimler dışında terim kullanmama” türünden emirler yağdırırken, bir yandan da, görev alanımıza bile girmeyen konularda aralıksız görevler verip hem bizleri ezmek, hem de verdiği süre içinde tamamlanabilmesi pek mümkün olmayan o görevlerden dolayı bizleri “verilen görevleri zamanında yapmayan ya da yapamayan” eleman durumuna düşürmek istiyordu… Onun maksadını çok iyi anladığımız için, (görev alanımızda olsun ya da olmasın) verdiği her görevi  gece gündüz çalışıp tamamlayarak “suçlayabilme” fırsatını vermedik.  Ama buna rağmen (aşağıdaki belgelerde göreceğiniz üzere) “verdiği  görevleri yerine getirmediğimiz ya da zamanında getirmediğimizi” belirtip “gereğini” isteyen yazılar gönderdi… (İki yıl boyunca aralıksız yağdırdığı söz konusu görevlendirme yazıları onlarca sayfa tutacağından, yalnızca birkaç örnek vermekle yetineceğim)

Bana haftada 112 sayfayı bulan Osmanlıca çevriyazım görevleri (Osmanlıca metinlerin Arap harflerinden Latin harflerine transkripsiyonu)  geliyordu. “Kontrapunt Tarihi” dalında asistan olduğum için alanımla hiçbir ilgisinin olmamasına rağmen “verilen görevleri yapmıyor” görünümüne düşmemek için, hepsini belirtilen süre içinde (ve hatta bazen  belirtilen süreden de önce) tamamlayıp tutanakla teslim ettim. Örneğin (aşağıdaki 12.10.1981 tarihli (Belge 69 a) görevlendirme yazısında da görüleceği üzere) “16.10.1981 Cuma günü çalışma saati bitimine kadar (yani 4 gün içinde) tamamlayıp teslim etmemi” istediği 112 sayfa çevriyazı görevini (Mesaiden genellikle erken ayrılan Sekreter Cuma günü mesai saati bitiminden önce gidip yerinde bulunmadığı için) Cumartesi-Pazar tatilinden sonraki 19.10.1981 Pazartesi günü sabah saat 8.45’de (Belge 69 b) tutanakla  teslim etmişim. (Gerçi teslimatı Cuma akşamı mesai bitimi yerine Pazartesi günü mesai başlangıcında yapabilmişim ama bu gecikme, Sekreterin mesaiden erken ayrılıp teslim saatinde odasında olmamasından kaynaklandığı için benim kusurum değildi. Ayrıca araya giren Cumartesi-Pazar günü de tatil günüm olup mesaiden sayılmayacağı için, teslim süresinin uzatılması olarak değerlendirilemezdi.)  

Belge 69 a  12/1071981 gün ve 157 sayılı çevriyazı (transkripsiyon) görev emri. (112 sayfa)

Belge 69 b  Belge 69 a görevi tamamlayıp gününde teslim ettiğimi gösterir teslim tutanağı.

Oransay’ın, Dekan Prof.Dr. Doğan TUNA imzasıyla  9.3.1982 Salı günü tebliğ ettirdiği ve 15.3.1982 Pazartesi günü teslim etmemi istediği 30 sayfalık (Belge 70 a) çevriyazı görevini ise  (Belge 70 b tutanakla) verilen süreden de 3 gün önce 12.3.1982 Cuma günü tamamlayıp teslim etmişim.

Belge 70 a  9/3/1982 gün ve 232 sayılı çevriyazı (transkripsiyon) görev emri. (30 sayfa)

 Belge 70 b   Belge 70 a  çevriyazı görevini verilen süreden 3 gün önce tamamlayıp teslim ettiğimi gösterir tutanak.

Belge 70 a,b istenen çevriyazıyı belirtilen günden de önce tamamlayıp teslim ettiğim tek görev değildi. Örneğin Dekanlık Makamının 13.4.1982 tarihli (Belge 71 a) yazısıyla verilen ve “30 Nisan 1982 Cuma günü mesai saati bitimine kadar teslim etmem” istenen 50 sayfalık  çevriyazı görevini de Belge 71 b teslim tutanağında görüleceği üzere yine üç gün önce (27 Nisan1982 Salı günü) teslim etmişim.

Belge 71 a  13/4/1982 gün ve 267 sayılı çevriyazı (transkripsiyon) görev emri. (50 sayfa)

Belge 71 b   Belge 71 a  çevriyazı görevini verilen süreden 3 gün önce tamamlayıp teslim ettiğimi gösterir tutanak.

Verilen her görevi,  gününde ya da gününden önce tamamlayıp tutanakla teslim etmeme rağmen, (Belge 69 a yazının 2. maddesinde görüldüğü üzere) sürekli olarak  “daha önce verilmiş bazı görevleri teslim etmediğim” yolunda uyarılar almaktan kurtulamıyordum… Aşağıdaki (Belge 72 ) emirde de  görüleceği üzere, neredeyse her yeni görev yazısının altına  (hangi görev olduğu belirtilmeksizin) “… ayrıca sürelerini çok aşmış bulunan bundan önceki çeviri ve çevriyazı görevlerinizi de biran önce teslim etmenizi rica ederim”  türünden bir uyarı cümlesi eklenerek, “verilen görevleri geciktirdiğim” algısı yaratacak belgeler oluşturmaya çalışılıyordu…

Belge 72  “Verilen görevleri yapmadığım” ya da “geciktirdiğim” izlenimi oluşturmak için ardı ardına gönderilen (ama o görevlerin ne olduğunu hiçbir zaman belirtmeyen) suçlama yazılarından bir örnek. 

Ben o uyarılara yazılı cevap verip eklediğim tutanaklarla bu iddiaların asılsız olduğunu kanıtlamaya çalışırken bir yandan da yeni çevriyazım görevleriyle uğraşmak zorunda kalmama rağmen, her gün gece yarılarına kadar çalışıp hem asılsız iddiaları kanıtlamayı hem de verilen görevleri zamanında teslim etmeyi başardım.  İki yıl boyunca aralıksız gelen çeviri ve çevriyazı görevleriyle ilgili olarak verdiğim yukarıdaki  belgelerde de görüldüğü üzere, örneğin dört gün içinde tamamlayıp teslim etmem istenen 112 sayfalık (Belge 69 a) çevriyazı görevini gününde, 6 gün içinde tamamlayıp teslim etmem istenen 30 sayfalık (Belge 70 a)  çevriyazı görevini  belirtilen günden 3 gün önce ve 17 gün içinde teslim etmem istenen 50 sayfalık (Belge 71 a) çevriyazı görevini, belirtilen günden 3 gün önce  tamamlayıp teslim ediyorum ama, hangileri oldukları nedense (!) belirtilmeyen bir takım çevriyazı görevlerini “üzerlerinden çok uzun zaman geçmiş olmasına rağmen teslim etmediğim” konusunda  sürekli uyarılıyordum…  Neden dersiniz? Uyarılıyordum çünkü, tamamladığım her görevi tutanakla teslim ediyor olsam da,  Oransay,  Dekanlık makamına gönderdiği şikayet dilekçelerine teslim tutanaklarını değil, sadece kendi yazdığı uyarı yazılarını eklediği için, Dekanlığın gözünde “verilen görevleri zamanında yapmayan eleman” durumuna düşürülüyordum. Dolayısıyla da, Oransay tarafından verilen “terfi durdurma” vb. cezalar, aşağıdaki (Belge 73)  yazıda da görüleceği üzere, Dekanlık tarafından da haklı görülüp onaylanıyor, daha doğrusu, gerçeğin öyle olmadığı biline biline “haklı görebilme gerekçesi” yapılıyordu.

Belge 73 Oransay’ın asılsız suçlamalarını desteklemekle kalmayıp gerçek dışı yeni suçlamalar getiren Dekanlık yazısı.

Dekanlık Makamının 5.4.1982 tarihli yukarıdaki (Belge 73) yazısında, kademe terfimin engellenmesine ilişkin 27.8.1981 tarihli itiraz dilekçemden bahisle, (İtiraz dilekçeme aynı Dekanlık içinde 8 ay sonra cevap verilerek terfi engellemesine 8 ay seyirci kalınması da bir başka mobbing uygulamasıydı…)

“Bölüm başkanlığınca gönderilmiş olan 26.1.1982 tarihli yazıda,

a. verilen görevi yapmama, ve bir öğrencinin mağduriyetine neden olmak,

b. yazı ile istenmiş belgeleri vermemek,

c. asılsız suçlamalarla bölüm başkanlığının saygınlığını zedelemek,

d. asılsız suçlamalarla bölümün işleyişini aksatmak gibi konularda çalışmalarınızın değerlendirilmiş olduğu,

e. 9.12.1981 tarihinde almış olduğunuz aylıksız olarak bir ay süreyle görevden uzaklaştırmak cezası, bulunduğu saptanmıştır.   (… ) Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı kademe ilerlemeniz yapılmamıştır ve yapılmasına da olanak yoktur.”  denilmiştir…

Kademe terfiimin engellenmesine yaptığım itiraza, aynı Fakülte içinde 8 ay sonra cevap vererek mevcut engellemeyi sürdürmüş olan Dekanlık Makamı, Bölüm Başkanının beyanlarını (savunmamı alma gereği bile duymadan) “doğru” kabul edip desteklemek suretiyle, uğradığımız haksızlıkları  artırıyordu.

Dekanlık yazısındaki her bir suçlamayı aynı madde numaralarıyla tek tek açıkladığımda, tamamının ne kadar gerçek dışı olduğunu (yalnızca buraya kadar sunduğum belge ve bilgilerden dolayı) sizler de çok açık göreceksiniz:

a. Verilen görevleri eksiksiz ve  zamanında (bazen zamanından da önce ) tamamlayıp tutanakla teslim ettiğime dair üç örneği Belge 69 a,b ,  70 a,b ve 71 a,b’ de gördünüz. “Verilen görevi yapmama” suçlamasından kasıt, çeviri ve çevriyazı görevleri değil de “öğrenci not çizelgelerini Dekanlık Makamına göderilecek hale getirme” konusundaki görevlendirilmem ise, o görevlendirmenin ne olduğunu ve niçin yerine getirirlemediğini ilgili bölümde belgeleriyle birlikte ayrıntılı olarak açıklamıştım… “Bir öğrencinin mağduriyetine neden olduğum” iddiası ise külliyen yalandır, çünkü Bölümden mezun olduğu ilan edilen o öğrencinin uğradığı mağduriyet benden değil, Oransay’ın,  3 yıl boyunca öğrenci notlarını Dekanlık Öğrenci İşleri Bürosuna göndermeyişinden kaynaklanmıştır.   Söz konusu mağduriyetten (3 yıldır gönderilmeyen notları gereği gibi isteyip alamamış olan) Dekanlık Makamı da sorumlu olup ilgili kişi ve kurumlar, 3 yıl boyunca yerine getirmedikleri görevin sorumluluğunu, o Bölüme 2 yıl önce gelmiş (konuyla hiçbir ilgisi olmayan) bir asistanın üzerine yıkamazlar.

b. Yazı ile istenmiş belgeleri verip vermediğim Belge 69 a,b , 70 a,b ve 71 a,b’ de çok açık görülmekle birlikte, istendiği halde vermediğim bir belge varsa hangi belge ya da belgeler olduğu niçin belirtilmiyor? Hangi belgeyi vermemişim? Eğer öyle bir şey yapmışsam, soruşturma geçirmem gerekmez miydi? Nerede soruşturma kararım? Beni bir kaşık suda boğmak için çırpınan Oransay ve koruyucuları böyle bir fırsatı neden değerlendirmemişler?

Eğer öyle bir fırsat vermiş olsaydım görevime son vermek için bir an bile beklemezlerdi ama gece gündüz çalışıp o fırsatı vermedim. (Normal şartlarda yöneticiler verdikleri görevin zamanında tamamlanmış olmasından mutluluk duyarlar, benimkiler hayal kırıklığı ve kızgınlık nedeni oluyordu…)

c. Soruşturmaları 2 yıl boyunca tamamlamayıp herhangi bir karara bağlamamış olanlar, “suçlamalarımın asılsız olduğunu” nereden bilmişler? Daha ortada karar yokken yapılmış böyle bir açıklama “ihsas-ı rey” değil midir? Soruşturduğu suçlamaların “asılsız” olduğunu önceden ilan eden bir yönetimin varacağı soruşturma kararına nasıl güvenilebilir?  Ve… diyelim ki haklıydılar, o zaman Oransay görevden niçin alındı?

d. Suç sayısını çoğaltmak amacıyla olsa gerek c. maddesinde yazılanlar bir başka şekilde tekrarlanmış olduğu için  cevap vermeye gerek bile yok…

e. 9.12.1981 tarihinde “aylıksız olarak bir ay süreyle görevden uzaklaştırmak cezası aldığımı” ileri süren Dekanlık Makamı, yaptığım savunmadan sonra o haksız ceza önerisinin ilgili kurullarca reddedilip kaldırıldığını ve hakkımda açılan soruşturmaların hiç birinden en küçük bir ceza almadığımı bilmiyor mu? “Haksız” olduğu anlaşılıp reddedilmiş bir ceza önerisi, kesinleşmiş bir ceza gibi kullanılabilir mi?  Ben o iki yıl boyunca neredeyse her ay yeni bir soruşturma geçirdim ve hakkımda çok ağır cezalar önerildiği halde, savunmalarımla hepsi bozulduğundan  “uyarma” cezası bile almadım. Bir Dekanlık Makamı böyle asılsız bir gerekçeyi nasıl yazabilir? Bütün bunlar, en az korumaya çalıştıkları kişinin suçları kadar ağır birer suç değil midir?

Not: Daha üst makamlara yaptığım itirazlar ve savunmalarımla o uydurma “terfi durdurma” haksızlığı da giderildi ve terfilerimi (aylarca geciktirerek de olsa) yapmak zorunda kaldılar…

“Verilen görevleri yerine getirmediğimiz” yolundaki asılsız suçlamalar bütün hızıyla devam ederken (Oransay’a karşı mücadele içinde olan herkese ayrı ayrı suçlama yapmaya üşenmiş olmalılar ki)  aşağıdaki örneklerde görüleceği üzere Asistan Kumru Canku ve bana aynı anda gönderilip aynı gün ve aynı saatte cevap istenen birbirinin fotokopisi niteliğinde suçlama yazıları da gelmeye başladı. (Belge 74 ve Belge 75 ) Kullanılan daktilodan, hitap biçimine ve üsluba kadar her şeyiyle Oransay tarafından yazıldığını tahmin ettiğimiz Dekan imzalı bu suçlama biçiminde dikkat çeken tek özellik yalnızca “birbirinin fotokopisi  niteliğinde oluşları” değil aynı zamanda suçlamadaki belirsizlikti… “Bölüm başkanlığınca verilmiş falanca görevi” biçiminde herhangi bir göreve atıfta bulunarak deği “çeşitli tarihlerde verilmiş … görevlerden birkaçını”   denilmiş olmasıydı…

Belge 74  Kumru Canku ve bana aynı anda yapılmış birbirinin fotokopisi niteliğinde toplu suçlama.

Belge 75   Kumru Canku ve bana aynı anda yapılmış birbirinin fotokopisi niteliğinde toplu suçlama.

“Yerine getirilmemiş birkaç görev”  konusunda “28 mayıs 1982 Cuma günü mesai saati bitimine dek yazılı cevap isteniyor…  Ortada bir suçlama var ama “suç” belli değil, hangi görev yerine getirilmemiş belirtilmiyor çünkü verilen tüm görevler zamanında tamamlanıp teslim edilmiş…  Hakkımızda “verilen görevleri yapmıyor” diyebilme gerekçeleri oluşturmaya çalışmaktan başka hiçbir amacı olmayan bu ciddiyetsiz suçlamalara siz olsanız ne cevap verirdiniz? Ben aşağıda sunduğum (Belge 76) cevapta gerçeği madde madde açıklayıp “Kanımca, osmanlıca (eski yazı) bilmiş olmam asistanlığımın gereklerinden değildir (zira harf devriminden dolayı daha önceki öğrenimim boyunca eski yazı öğrenmedim, asistanlık sınavımda da eski yazı bilme şartı aranmadı) buna rağmen bu kurumda iki yıl içinde (tamamen kendi kendime) eski yazı öğrenip kısa zamanda 396 sayfa metni çevriyazıp teslim edebilecek hale geldim. 1750 sayılı yasayı bütünüyle yürürlülükten kaldıran 2547 sayılı yasadaki tanımlara göre “çeviri” işleri “çevirmen” kadrosuyla ilgili işler olup, sürekli olarak bir çevirmen gibi görevlendirilmem ve Yüksek Lisans öğrenimim dahil her türlü bilimsel çalışmamdan alıkonulmam kendimi yetiştirmemi ve bilimsel çalışmalarımı engellemektedir. Bütün bunlara rağmen verilen görevleri bazen verilen süreden de önce tamamlayıp tutanakla teslim ettim ve bu durumu her zaman kanıtlayabilirim. Eksik kaldığı belirtilen görevlerin neler olduğu açıklanır ve ilgili araçlar yeniden verilecek olursa, aynı süre içinde bir başka konuda görevlendirilmemem koşuluyla (zira aynı anda iki değişik çalışma yapmam mümkün olmuyor) tamamlayıp teslim etmeye hazır olduğumu bilgilerinize arzederim.”  diyorum…

Son derece saygılı bir uslûp içinde verdiğim ders niteliğindeki bu cevaptan sonra yapılan hata fark edilip vazgeçildi mi dersiniz?  “Kurt kuzuyu yemeye karar verdikten sonra kuzunun çırpınışı neye yarar” özdeyişinde olduğu gibi ne gezer…  Cezalandırılırcasına verilen görevler ve tamamını bitirip teslim ettiğimiz halde, hangi görevin yerine getirilmediğini belirtmeksizin yapılmış yukarıdaki türden suçlamalar, zincirleme olarak devam etti…

Belge 76  Bölüm Başkanlığına verdiğim 28.5.1982 gün ve 124 kayıt numaralı yazılı cevap.

Verilen çeviri ve çevriyazı görevlerini geciktirdiğimiz yolunda suçlamalarla hakkımızda olumsuz belge oluşturmaya çalışılsa da, biz her türlü görevi aşağıda örneklerini göreceğiniz türden tutanaklarla teslim ettiğimiz için, hepsini kanıtladık ve yapılan asılsız suçlamalardan hiçbir şey çıkmadı…

Belge 77

Belge 78

Belge 79

Yukarıdaki Belge 77, Belge 78 ve Belge 79 teslim tutanaklarının tarihlerine ve verilmiş çevriyazı görevlerinin sayfa toplamına bakılacak olursa, 21.10.1981 – 23.10. 1981 – 28.10 1981 biçiminde üç ila beş gün arayla adeta yağdırılan görevlerde  21 Ekimden 28 Ekime kadar olan 7 gün içinde 60 + 14 + 12 =  86 sayfa çevriyazı yapmam istenmiş ve hepsini yapıp teslim etmişim ama  adı belirtilmeyen bir takım görevleri yerine getirmemek ya da geç getirmekle suçlanmaktan kurtulamıyorum. Oransay’ın yanında yer alan asistanların Osmanlıca tek kelimeyi bile okuyamadığı bir Bölümde, 4 günde  112 sayfayı bulan (!) çevriyazı yapıyorum yine de “çalışmamakla” suçlanıyorum.  

Yapmaya çalıştığı suçlamaları, elimizdeki tutanaklarla çürüttüğümüzü gören ve  o yolla bir şey elde edemeyeceğini anlayan Oransay, 14/9/1981 gün ve 111 sayılı aşağıdaki (Belge 80 a) yazısıyla tuzağa düşürmeyi de denedi. Anılan yazıda yeni bir çevriyazı görevi verdikten sonra NOT başlığı altında eklediği 2 maddelik yazının 1. maddesinde : “Çevriharflanmış metinleri yazı makinasıyla yazarak zaman kaybetmenize gerek yoktur.”deyip el yazımla yazmamın yeterli olduğunu belirtiyor, 2. maddesinde ise “Çevriharflamada bütün kelimeleri anlamaya, özellikle farsça ve arapça tümceleri çözümlemeye çalışmanıza gerek yoktur. Okuyabildiğiniz harfları arka arkaya yazmanız yeterlidir” diyordu…  

Belge 80 a  Resmi yazıyla tuzak!

Oysa Osmanlıcada, kelime içindeki kısa ünlüler genellikle yazılmadığı için, Osmanlıca okumak demek, (kabaca söylenecek olursa)  yazılmış olan ünsüzlerin (Kaf, Kef ya da Sad, Sin gibi) kalın ya da ince sesli ünsüzler oluşlarını  ve Osmanlıca gramer kurallarını düşünerek arkalarından gelebilecek ünlüleri tahmin edip kelimeyi anlayabilmek demektir. Dolayısıyla Belge 80 a tuzak yazıda önerildiği gibi “kelimeyi anlamaya , tümceleri çözümlemeye çalışmaksızın, okunabilen harfleri arka arkaya getirmekle yetinmenin” Osmanlıca okumak ya da metin çevriyazısı yapmakla yakından uzaktan ilgisi olamazdı. Daktilo  ve çevriyazı hızım, yağmur gibi yağdırdığı çeviri ve çevriyazı görevleri nedeniyle daha da ilerlediği için, verdiği Osmanlıca kitapları karşıma alıp doğrudan daktilo üzerinde hızlı bir şekilde çevriyazdığımı biliyordu. O halde Belge 80 a yazıdaki akıl dışı yolu niçin önermişti? Çevriyazı bombardımanına tutup altından kalkamaz duruma düşürmeye çalıştığı asistanına acıyıp kıyamadığı için mi? Tuzak gayet açıktı: Ben yağarcasına gelen çevriyazı görevlerinin ağırlığı altında, yapılan öneriyi havada kapıp her kelimenin birkaç harfini yazmakla yetinecektim. O da (daha düzensiz görünmesi için özellikle el yazısıyla istediği) o saçma karalamaları ilgili kurullara götürüp “Herifin (hoşlanmadığı insanlardan “herif” diye bahsederdi) yaptığı çevriyazıya bakın, bundan bir halt olmaz, sözleşmesinin yenilenmesini istemiyorum” diyebilecekti…

Mücadele ettiğiniz insanın kendinden başka herkesi “aptal” zannedecek kadar “zeki” olması eğlenceli oluyor…  Ben de o sıkıntılı günlerde biraz eğlenmek istedim ve kurduğu tuzağa gönüllü atlayıp Belge 80 a’da verdiği çevriyazı görevini, aynen önerdiği gibi (her bir kelimenin başından sonundan birkaç harfini yazarak) tamamlayıp (!) Belge 80 b tutanakla teslim ettim. Ama bu tutanağı bir dilekçeyle birleştirip 3 maddeden oluşan dilekçemin 2. maddesinde, Belge 80 a yazısındaki “Çevriharflamada bütün kelimeleri anlamaya, özellikle farsça ve arapça tümceleri çözümlemeye çalışmanıza gerek yoktur. Okuyabildiğiniz harfları arka arkaya yazmanız yeterlidir” emrini yeniden yazarak “çevri yazımı o emir doğrulrusunda yaptığımı belirtip sorumluluğu kendisinin  üzerine yükledikten sonra aynı dilekçenin 3. maddesinde de (özetle) “verilen çevriyazım görevlerini gerek kendim gerekse Bölümümüzdeki bir çok ders açısından son derece önemli ve yararlı bulduğumu”  belirtip “…çevriyazım konusunda daha derine inmek ve izin verilirse mükemmel bir çevriyazım sunmak istiyorum.Yardımcı olarak üstlendiğim dersler açısından da çok önemli bilgiler içeren bu kitabın tümünün çevriyazımı konusunda görevlendirilmem ve gerektiğinde her kelimeyi araştırarak elimden geldiğince kusursuz bir çevriyazıma ulaşabilmem için görevlendirilmeme emirlerinizi saygılarımla arz ederim” dedim.

Belge 80 b  Oransay’ın 80 a tuzak yazısına verdiğim cevap

Yukarıdaki, tutanak-dilekçeyi Sekretere teslim ettiğim için, Oransay okurken yüzünün aldığı hali göremedim ama tahmin etmek zor değildi… Kurduğu tuzağa kendisi düşmüş oluyor ve beni çevriyazı yükü altında ezip pes ettirmeye çalışırken “çok hoşuma gitti, biraz daha yok mu?” demiş ve hatta  “onun emrettiğinden çok daha güzelini yapmak istediğimi” belirterek hakkımda yaptığı/yapacağı tüm şikayetleri boşa çıkarmış oluyordum…

Osmanlıca çevriyazım görevleri üzerinde bu kadar durmuşken  bir konuyu da açıklamam gerekir. Ben o Bölümde “Kontrapunt Tarihi” dalında asistan olduğum için Osmanlıca bilmemin görev alanımla hiçbir ilgisi yoktu. Buna rağmen Osmanlıca biliyor olmamın, hem Yüksek Lisans öğrenimimizdeki  Geleneksel Türk Sanat Müziğiyle ilgili dersler, hem de Lisans sınıflarına okutmakla görevlendirildiğim Küğyazımı (Müzik yazımı) gibi dersler açısından yararlı olacağı düşüncesiyle Bölüme gelir gelmez başladığım Osmanlıca çalışmalarımı hızla ilerlettim ve daha ilk yılın içinde, çok sayıda Osmanlıca gramer kitabı (Sarf ve Nahiv), aralarında “Billur”, “Dağyolu”, “İzmir’den Bursa’ya”, “Gazi’nin Hayatı” ve Atatürk Nutuk 1927 Osmanlıca baskısı, Şehbal Mecmuaları, Milli Tetebbular Mecmuası … gibi bir çok Osmanlıca kitap ya da dergiyi okuyup  babamla da Osmanlıca mektuplaşmaya başladım. (Ben babama Osmanlıca yazıyordum, çok iyi Osmanlıca bilen babam da, mektubumdaki yazım hatalarını düzeltip kendi cevabıyla birlikte geri gönderiyordu.)

Asistanlığımın ilk yılı (1979-80) içinde okuyup bitirdiğim kitaplardan 3 örnek:

Atatürk, Nutuk 1927 baskısı; Hamdullah Subhi, Dağyolu; Türk Neşriyat Yurdu, Gazinin Hayatı.

Babama yazıp gönderdiğim ve ondan da hataları düzeltilmiş olarak geri gelen  24.2.1980 tarihli Osmanlıca ilk mektubum.

Hem babamın gönderdiği hem de İstanbul’daki sahaflardan gelen kitaplar sayesinde az bulunan öyle Osmanlıca kitaplara sahip olmuştum ki, Oransay’ın kendisi bile (aşağıdaki belgelerde görüleceği üzere) benden ödünç kitap alıyordu.

(Bizden her şeyi gün ve saat belirterek isteyip zamanından önce yaptığımız teslimatlar için bile “geciktirdiğimiz” yolunda uyarı  yazıları gönderen Oransay, ödünç aldığı kitap vb. şeyleri  (işlerinin yoğunluğundan olacak) aylarca geri vermediği için, dilekçe ve tutanakla  geri alabiliyordum…

Belge 81 a 

Belge 81 b

Belge 82  Sekretere yazılıp hazırlanmış olarak götürdüğüm tutanakta gelmesi gereken 5 numaralı kitap gelmediği için üzeri çizilip tutanakta adı geçmediği halde iade edilmiş olan iki kitabım ise tutanağımn altına tükenmez kalemle ilave edilmiştir.

Şimdi lütfen düşününüz.  Asistan olarak aldığınız bir insan, asistanlık dalıyla bile ilgisi olmayan bir konuda (sırf okuduğu ve okuttuğu derslere yararlı olacaktır düşüncesiyle) bir yıl gibi kısa sürede bu kadar gelişme kaydedip, kendisine Lisans sınıflarındaki Osmanlıca Paleografisi dersini okutma görevini bile verebileceğiniz düzeye ve kendisinden ödünç kitaplar alabileceğiniz duruma gelirse Siz ne düşünür, ne yapardınız? Oransay’ın ne düşündüğünü bilemeyiz ama yaptığı ortada:  Beni kendi artı değerimle cezalandırmak…  “Hayır yapılanı ceza olarak nitelendirmeniz  doğru değil, Bölümün gereksinme duyduğu alanlarda bilginizden yararlanmaya çalışmış” diye düşünen olursa, bir de lütfen şunu düşünsün: Görevi bile olmadığı halde bilgisinden yararlanılan insana teşekkür mü edilir yoksa “verilen görevi yerine getirmiyor” yalanlarıyla cezalandırma gerekçeleri mi üretilmeye çalışılır? İyi niyet ve dürüstlük bunun neresinde? Ama yine de şükretmeliyim, becerilerim arasında hiç değilse boya, badana, çatı aktarma gibi işler yoktu… O işleri biliyorum diye Bölümün boyasını , badanasını yaptırmaya da kalkabilirdi… (Bizler Köy Enstitüsü geleneğinden gelen Öğretmen Okullarında yetişmiş insanlar olduğumuz için, gerektiğinde o tür işleri de seve seve yapardık ve çalıştığımız kurumlarda yaptık da, ama o tür fedakarlıklar “gönülle” olur  eziyet amaçlı “emirle” değil…

Bu arada kiril alfabesini de öğrendiğim için kiril alfabesiyle yazılmış Azeri müzik kitapları ve sözlüklerden de çok sayıda çevriyazı görevi geliyordu. Şükürler olsun Çin alfabesi falan öğrenmeye kalkışmak gibi bir densizliğim olmamıştı… Ama neredeyse her hafta bir yenisi gelen görevler yalnızca Arap ya da Kiril harflerinden Latin harflerine çevriyazı niteliğinde değildi, bir yandan da (aşağıdaki örneklerde göreceğiniz gibi) Almanca çeviri görevleri de geliyor ve onları da zamanında çevirip tutanakla teslim ediyordum. Örnekler (Belge 83, Belge 84 a)

Belge 83  Bölüm Başkanlığınca verilen Almanca çeviri görevlerinden örnekler,

Belge 84 a  Bölüm Başkanlığınca verilen Almanca çeviri görevlerinden örnekler,

Belge 84 b.1 Yıllık etkinlik raporumda,  Belge 84 b. Almanca çeviri görevini tamamlayıp teslim ettiğimi belirten madde.

Belge 84 b.2  10 Haziran 1981 – 10 Haziran 1982 tarihleri arasındaki Yıllık Etkinlik Raporumun 2. sayfası.

Belge 85   Verilen Almanca çevirilerden bir başkasını tamamlayıp teslim ettiğimi gösterir teslim tutanağı.

“Kontrapunt Tarihi” dalında asistan  olduğum için bu tür çeviriler alanımla ilgili de oluyordu ama sadece Almanca çevirilerden değil, iki yıl boyunca adeta yağdırılan Osmanlıca ve Kiril çeviriyazılardan da çok şey kazandım: Yüzlerce sayafalık o çevriyazılar yalnızca Osmanlıcamı ve daktilo hızımı geliştirmekle kalmadı, yıllar sonra girdiğim Sanatta Yeterlik  sınavımda da çok işe yaradı. Zira GEE Müzik Bölümünde yapılan sınavıma iki valizle girince,  Jüri Başkanı Prof. Dr. Ali Uçan “Adnan Bey, valizleriniz dışarıda kalsın, bize sadece çalışmalarınızı getirin!” dediğinde, “O valizlerdekiler zaten çalışmalarım efendim”diyebilme onurunu yaşadım. Onun için zaman zaman Oransay’a şükran duymuyorum desem yalan olur, ezmek için yağdırdığı çevriyazı görevleri sayesinde hem Osmanlıcam gelişti hem de daktilom…  Hatta kol kaslarıma bile faydası olmuştur, çünkü gündüz akşama kadar Bölümde,  gece yarılarına kadar da evde çalışmak zorunda bıraktığı için, arabamın da olmadığı o yıllarda, bir elimde büyük boy  daktilo, öbür elimde dopdolu bir çantayla hergün Bornova’dan Karşıyaka’ya gidip gelmek, pazuları da geliştiriyor, dayanma gücünü de…

Örnekleri kendi belgelerim üzerinden veriyor olmam, haksızlıkları yalnızca bana yapmış olduğu gibi bir algıya neden olmasın, kendi yanında yer almayan herkes gibi ve  hatta bizlere yaptığından biraz daha fazlasını, asistan arkadaşımız Kumru Canku’ya da yaptı.

Asistanlık görevine hepimizden önce (31 Mart 1978’de) başladığı için  Bölümümüzün en kıdemli asistanı olan Kumru CANKU, Ankara Devlet Konservatuvarı ve  Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu olup Ankara Devlet Operasında Korist olarak çalışmaktayken Oransay’ın davetiyle gelmiş. Canku’yu Lisans sınıflarındaki Opera Tarihi,  Çalgılar Tarihi, Opera Dağarı, Senfoni Dağarı, Küğe Giriş ve  Latince derslerini okutmakla da görevlendiren Oransay, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu olmasından dolayı da (sanki Bölüme “çevirmen” olarak alınmış gibi)  sürekli olarak Almanca çeviri işlerinde çalıştırıyordu.  Canku’nun Bölüm adına severek sürdürdüğü çeviri  görevlerini, (hakkındaki soruşturmalarda karşısında yer aldığı için)  baskı aracına dönüştüren Oransay,  tıpkı Osmanlıca konusunda bana yaptığı gibi, Canku’ya da  yüzlerce sayfayı bulan çeviri görevleri verip, hepsini tamamladığı halde “verilen görevleri yapmadığı ya da zamanında yapmadığı” yolunda uyarı yazıları göndererek bir yandan taciz ediyor bir yandan da Canku hakkında yapacağı şikayetlere gereç oluşturuyordu.

Canku, verilen tüm çeviri görevlerini gece gündüz çalışıp zamanında tamamlayarak tutanakla teslim ettiği halde, Oransay Dekanlık Makamına gönderdiği yazılarda (tıpkı benim için de yaptığı gibi) teslim tutanaklarını değil yalnızca Canku’ya gönderdiği “verilen görevleri yapmadığı ya da zamanında yapmadığı” yolundaki uyarı yazılarını eklediği için, Dekanlığın aşağıdaki (Belge 86) türden ihtar yazılarına  maruz kalıp onca çeviri yükünün arasında bir de bu tür yazılara cevap yetiştirmeye çalışıyordu. Haksızlığı önlemesi gereken makamın, haksızlık yapanın yanında yer alması demek olan bu ihtar yazılarının bir ilginç yanı da, hep aynı daktiloyla  Oransay tarafından yazılıp Dekanın imzasıyla tebliğ edilmesiydi… Bugünkü bilgisayar yazıcılarının aksine, her daktilonun kendine özgü sabit bir yazı karakteri olduğu ve bazı mekanik ayar bozukluklarından dolayı belirli harfleri farklı güçte yazabildikleri için, gelen yazıların farklı bir daktiloda yazılıp yazılmadığı bir bakışta anlaşılabiliyordu…  Ayrıca yazının kim tarafından yazılmış olduğu, kullandığı sözcükler, o sözcükleri yazış biçimlerinden de belli olduğu için, Dekan imzasıyla gelen yazıların kaynağını biliyorduk…  Kaldı ki Mimarlık Bölümü öğretim üyesi olan Sayın Dekan’ın, bize verdiği müzikle ilgili çeviri ya da çevriyazı görevlerini anlayıp verebilmesi de söz konusu olamazdı…  Böylece,  kağıt üzerinde Bölüm Başkanlığından alınmış görünen Oransay, eskiden yapabildiği baskının çok daha fazlasını,  Dekanın imzasıyla daha da güçlenmiş olarak sürdürüyordu.  Aşağıdaki daktilo yazısını Oransay imzalı öteki daktilo yazılarıyla karşılaştıracak olursanız, aynı şeyi Siz de görebilirsiniz…

Belge 86  Kumru Canku’ya Dekan imzasıyla yapılmış gerçek dışı  suçlamalardan bir örnek

Canku, karşılaştığı tüm baskı ve tarafgirliğe rağmen hiyerarşik basamakları tek tek izleyerek hak arama mücadelesini sabırla sürdürdü. Örneğin üç ay arayla Dekanlık Makamına sunduğu 11 Ocak 1982 ve 11 Mart 1982 tarihli aşağıdaki  (Belge 87 ve Belge 88 ) dilekçelerine olumlu yanıt alamayınca 27 Nisan 1982 gün ve 28.4.1982 /3301A III kayıt no’lu (Belge 89) dilekçesiyle konuyu (o zamanlar bağlı bulunduğumuz) Ege Üniversitesi Rektörlüğüne de arz etti.

Belge 87 a  Kumru Canku’nun Dekanlık Makamına sunduğu 11 Ocak 1982 tarihli dilekçesi (1. sayfa)

Belge 87 b   Kumru Canku’nun Dekanlık Makamına sunduğu 11 Ocak 1982 tarihli dilekçesi (2. sayfa)

Canku’nun, (13.1.1982 Çarşamba günü toplanan Fakülte Yönetim Kurulunda ele alınan) yukarıdaki dilekçesiyle ilgili olarak Prof.Dr. Adnan GÜLERMAN tarafından hazırlanan  14.1.1982 tarihli aşağıdaki (Belge 86 a,b) raporda, “Canku’ya haksız işlem yapıldığını”  açıkça belirtip Prof. Dr. Gültekin Oransay tarafından yapılan fiillerin  “Disiplin Yönetmeliğinin 11/2  maddesindeki  ‘eğitim ve öğretim gereklerine aykırı olarak kötü muamelede bulunmak’ ve 7/d maddesindeki ‘görevin yerine getirilmesinde farklı işlem yapmak’  hükümleri, çerçevesinde mütâlâa edilmesi gerekmektedir”  denilmiş olmasına rağmen, tamamı belgelenmiş olan öteki konularda olduğu gibi bu konuda da (Oransay hakkında) somut hiçbir işlem yapılmadığından Canku’ya yapılan haksızlıklar daha da yoğunlaşarak sürdü.

Belge 88 a   Prof.Dr. Adnan Gülerman’ın Kumru Canku’ya haksızlık yapıldığını belirten raporu. (1.sayfa)

Belge 88 b  Prof.Dr. Adnan Gülerman’ın “Kumru Canku’ya haksızlık yapıldığını” belirten raporu. (2.sayfa)

11 Ocak 1982 tarihli (Belge 87 a,b) dilekçesi ve o dilekçeye istinaden hazırlanmış olan yukarıdaki (Belge 88 a,b) rapora rağmen, daha sonraki üç ay boyunca (artan baskılar dışında) herhangi sonuç çıkmadığını gören Canku, Dekanlık Makamına sunduğu 11 Mart 1982 tarihli aşağıdaki (Belge 89 a,b) dilekçesiyle maruz kaldığı haksızlıkları  bir kez daha iletip gereğini arz etti.

Belge 89 a  Kumru Canku’nun Dekanlık Makamına sunduğu 11 Mart 1982 tarihli dilekçesi (1. sayfa)

Belge 89 b  Kumru Canku’nun Dekanlık Makamına sunduğu 11 Mart 1982 tarihli dilekçesi (2. sayfa)

Canku’nun Dekanlık Makamına sunduğu yukarıdaki dilekçeden 12 gün sonra Dekanlık Makamından gelen 23/3/1982 gün ve 254 sayılı aşağıdaki (Belge 90) cevapta, (Her iki dilekçesinde açıkladığı onca haksızlık ve Prof.Dr.Adnan Gülerman tarafından verilmiş olan Belge 88 a,b  rapora rağmen) Oransay’ın uygulamaları savunulup  (Canku’nun Lisans sınıflarında okuttuğu 15 saat civarindaki dersler de yalnızca 2 saat gösterilerek, özetle) “Haftada 2 saat ders okutan bir asistan olarak 40 saatlik mesai süresince çeviri vb. işlerde görevlendirilmesinin çok doğal olduğu, çevirmesi istenen metinlerin mesleki gelişimine katkı sağlayacak metinler olmadığı yolundaki görüşünün kendi kişisel görüşü olduğu, doktora öğretimine başlamasının tamamen Bölüm Başkanının insiyatifinde bir konu olduğu ve kısa sürede çözümlenmesinin olası görülmediği” belirtiliyor ve aynı yazının son paragrafında da  “aşırı çeviri yükü altında ezilmeye çalışıldığından” şikayetçi olan  asistana  (dalga geçer gibi) “…bölüm öğretim işlerine daha çok yardımcı olmanız gerektiğini belirtir, bilgilerinizi rica ederim.” deniliyordu…  

(YAŞANANLAR HAKKINDA DEDİKODUDAN ÖTE EN KÜÇÜK BİR BİLGİ VE BELGE SAHİBİ OLMADIKLARI HALDE, SIRF KULAKLARINA ÜFLENEN YALANLAR DOĞRULTUSUNDA, BİZLERİ “ORANSAY’A KÖTÜLÜK YAPMAKLA” İTHAM ETMEYE KALKIŞANLAR, BU AÇIKLAMA VE BELGELERİ OKURKEN NE DÜŞÜNÜYORLAR ACABA ?)

Belge 90  Kumru Canku’nun Belge 85 a,b ve  Belge 87 a,b dilekçelerine Dekanlık Makamından gelen  cevap

Dekanlık Makamına yaptığı iki başvuruya, yukarıdaki cevabı alan Canku, pes etmeyip 27 Nisan 1982 tarihli aşağıdaki (Belge 91 a,b) iki sayfalık dilekçesi ile konuyu Rektörlük Makamına taşıdı ama ne yazık ki bu dilekçesinden de bir sonuç alamadı.

Belge 91 a  Kumru Canku’nun Rektörlük  Makamına sunduğu 27 Nisan 1982 tarihli dilekçesi (1. sayfa)

Belge 91 b   Kumru Canku’nun Rektörlük  Makamına sunduğu 27 Nisan 1982 tarihli dilekçesi (2. sayfa)

Canku’ya yapılan haksızlıklar bu kadarla da kalmadı. Yapılacak seminer vb. her türlü etkinlik (tıpkı benden olduğu gibi ondan da) gizlenip bildiri sunması engelleniyor, yayın için verdiği makaleler son anda yayından çıkarılıyor, alanıyla ilgili araştırmalar için Adana /Karsantı yöresine yapılacak bir derleme gezisine katılması bile,  (aşağıdaki  Belge 92  Dekanlık yazısında da görüleceği üzere) “alanınız dışında olması nedeniyle” denilerek engelleniyor ve ilgili araştırmaya “ancak yolluksuz-yevmiyesiz olarak yıllık izninden kullanarak katılabileceği” belirtiliyordu. Oysa uzmanlık alanı dışında iki yıl boyunca “çevirmen” gibi çalıştırılan Kumru Canku’nun bizzat kendilerince onaylanmış tezinin konusu “halk müziği”, başlığı da “Türk Halk Küğünde Taşıl Bezek” idi… Şimdi lütfen düşününüz!  CANKU’YA YAPILAN BU ENGELLEME GENÇ BİR ASİSTANIN AKADEMİK GELECEĞİNİ KARARTMA ÇABASI DEĞİL DE NEDİR?

Belge 92  Canku’nun bilimsel çalışmalarını engellemeye yönelik Dekanlık yazısı

Benzer şeyler bana da sürekli yapıldığı için Bölüm Başkanlığına sunduğum 10 Haziarn 1981’den 10 Haziran 1982 tarihine kadar olan Belge 84 b yıllık etkinlik raporumun (Belge 84 b.2) 2. sayfa D/4 maddesinde,

“4 – Bölümümüzde yapılan 2. Akdeniz Küğ Araştırmaları Kutultayı ve Haydn Semineri’ne dinleyici olarak katıldım ancak (Bölümümüzdeki bazı öteki arkadaşlarımıza da yapıldığı üzere) anılan faaliyetler son ana kadar bizlerden gizlendiği için bildiri hazırlayıp sunmam mümkün olmadı” diyordum…

Belge 84 b.2

9.4 –  Yazılı görevlendirmelerde tebligat oyunları yapıp iş teslimi için verilen süreyi kısaltma

Oransay tarafından yazılı olarak verilmiş olan yukarıdaki çeviri ya da çevriyazı emirleri incelendiğinde, hepsi için, önceden belirlenmiş  teslim tarih ve saatleri verilmiş olduğu görülecektir.  Bu durum, bir iş yerinde sürekli olarak verilen görevlerle ilgili samimiyetsizlik ve kötü niyeti açıkça göstermektedir. Zira bir amirin, emrindeki personele verdiği görevlerin “ivedi olarak yetiştirilmesini” istemesi çok doğal olmakla birlikte, o işlerin bitimi için önceden gün ve saat belirlemesi o kadar doğal olmasa gerek…. Buna karşın, çok büyük bir mücadelenin yaşandığı o dönemdeki Musiki Bölümünde samimiyet ve doğallıktan söz edilemeyeceği için, Oransay’ın yaptığı “süre belirlemelerini” anlayışla karşılamak mümkündür.  Anlaşılıp kabul edilebilmesi mümkün olmayan şey “süre belirlemesi” değil, süre belirlemede kurduğu tuzaklardı. Örnek olarak aşağıda yeniden sunduğum Belge 69 a görevlendirmeyi inceleyecek olursak, 12 Ekim 1981 Pazartesi günü tebliğ edip 16 Ekim 1981 Cuma günü çalışma saati bitimine kadar Bölüm Sekreterliğine teslim edilmesini istediği 112 sayfalık çevriyazı görevi için 5 gün süre verilmiş gibi görünmesine karşın, bu ve benzeri tüm tebligatlar (aynı Bölüm içinde olmamıza rağmen) başlangıç gününün mesai bitimine doğru tebliğ edildiği için ilk gün hiç kullanılamadan geçmiş olup geriye 4 gün kalıyordu… Dört gün boyunca son hızla çalışıp tamamlayarak Cuma akşamı mesai bitimine kadar tamamladığınız görevi Sekreterliğe götürdüğünüz zamansa elinizde evraklarla kapıda kalıyordunuz çünkü Sekreter, (çok sık yaptığı üzere) daha mesai bitmeden odasını kilitleyip Bölümden ayrılmış… Ertesi gün de Cumartesi-Pazar tatili olduğu için teslimat zorunlu Pazartesi sabahına kalıyor,  dolayısıyla 16 Ekimde teslim etmeniz istenen evrakı, 3 günlük gecikmeyle 19 Ekim günü teslim etmiş görünüyorsunuz… Teslim tarihlerinin hep Cuma günü olması da sanırım bundandı… Sekreter Bölümden ayrılmadan teslim etmeye çalıştığınız zamansa son günü tam kullanamamış oluyordunuz. Böylece, gerçekte 3 gün zaman kalan görevi, 5+3= 8 günde tamamladığınız  görüntüsü oluşturuluyor ve o görüntüler nedeniyle “verilen görevleri zamanında yapmamakla”  suçlanıyordunuz…  NASIL AMA ? Zekice değil mi? Zekice olduğunda hiç kuşku yok ama etik mi derseniz, onun takdirini de Sizlere bırakıyorum…

Belge 69 a  12 Ekim  Pazartesi gününden 16 Ekim Cuma gününe kadar 5 günlük süre verilmiş gibi gösterilen fakat 12 Ekim Pazartesi günü mesai bitimine doğru tebliğ edildiği için 4 gün süre kalan görevlendirme yazısı.

Belge 69 bBelge 69 a görevlendirme yazısı uyarınca 16 Ekim Cuma günü mesai bitiminde teslim etmeye gittiğim fakat Sekreterlik kapalı olduğu için 19 Ekim Pazartesi sabahı teslim edebildiğim (böylece de 3 gün gecikmeyle teslim etmiş göründüğüm)göreve ilişkin teslimat tutanağı…

Tebligatlarda yapılan bir başka oyun ise, tebligatı, tebligat yazısı üzerinde yazılı olan tarihten birkaç gün sonra yapıp hazırlık süresini kısaltmak biçimindeydi. Bunun için de tebligat tarihiyle, ilgili yazı üzerindeki tarihin tutup tutmadığını dikkatle kontrol edip tutarsızlık varsa şerh düşmek gerekiyordu.  Örneğin daha önce Belge 74’ te sunduğum görevlendirme yazısının üzerinde 25/5/1982 tarihi var oysa o yazı, aynı Bölüm içinde olmamıza rağmen, ertesi gün mesai bitimine doğru tebliğ ediliyor ve böylece, görevi yerine getirmem için verilen sürenin ilk iki günü hiç kullanılmadan geçmiş oluyordu… Bu nedenle yazıyı tebliğ eden sekretere tebliğ tarihini yazdırıp imzalatarak almışım.

Belge 74

Aksi takdirde tebliğ yazısı üzerindeki tarih esas alınacağı için hak kaybı kaçınılmaz oluyordu. Örneğin rahmetli Muzaffer GÜRGÜNEŞ hocamız hakkında (hepimize çok sık yapıldığı üzere) soruşturma açılıp  “uyarma” cezası önerilmiş ve savunmasını yapması için için tebligat gönderilmiş. Buraya kadar her şey normal ama sorun, konuya ilişkin Dekanlık yazısının tebliğ biçiminde: Yönetim Kurulunun 16.9.1981 gün ve 42/15 sayılı kararı uyarınca istenen savunmaya ilişkin tebligat 18.9.1981 saat 16.30’da (yine mesai bitimine doğru) yapılmış fakat içinde savunma yapabilmek için gerekli olan ifade tutanağı yok… Gürgüneş’in ertesi gün yapabildiği yazılı başvuruya da 5 gün sonra cevap verilip ifade tutanağı 23.9.1981 Çarşamba günü gönderiliyor. Bu durumda da yasal savunma süresi olan bir haftanın 5 günü hiç kullanılamadan yanıp geriye sadece 2 gün kalmış oluyor. Ciddi bir Devlet Memurluğu deneyimi olan GÜRGÜNEŞ, Dekanlık Makamına gönderdiği aşağıdaki dilekçesiyle bu soruna bir çözüm aramaya çalışmış olsa da yapılan şeyleri farketmeyenler, ya eksik belgeyle savunma yapmaya çalışmak, ya 7 günlük savunma sürelerinin son iki günüyle yetinmek, ya da ilgili Makamdan yazılı onay almaksızın son tebligatın üzerine 7 gün süre ekleyerek savunma hakkını kaybetmek durumunda kalabiliyordu…  NASIL?  Zekice değil mi?

Belge 93  Gürgüneş’in, oynanmaya çalışılan tebligat oyununu bozmaya yönelik dilekçesi

Tebligatlarda yapılan en büyük oyun ise, aynı süre içinde birden çok çalışmayı birden isteme biçiminde yapılıyordu.  Örneğin hem bir çeviri ya da çevriyazı görevinin, hem yıllık faaliyet raporun, hem  okutulmuş derslere ilişkin evrakın hem de önerilmiş bir disiplin cezasına ilişkin savunmanın aynı süre içinde, teslim edilmesi istenip ilgili kişi, hangisini yetiştireceğini bilemez ve birini yetiştirse ötekini ya da ötekileri yetiştiremez duruma düşürülmeye çalışılıyordu.  Bu yüzden yaşamlarımızın iki koca yılı, savunma hazırlayarak  geçirdiğimiz geceler ve angarya olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan görevler için tükettiğimiz gündüzlerle heder olup gitti…

9.5 – Kendisini şikayet eden iki asistanın/araştırma görevlisinin görevlerine, sözleşme süreleri dolmadan son vermek

6 Kasım 1981 Cuma günkü resmi gazete yayınlanarak yürürlüğe giren 2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasası, bizim statümüzde çok büyük bir değişiklik yaparak “asistanlık” müessesesini kaldırıp mevcut asistanları (anılan yasanın 32. maddesi uyarınca) “araştırma görevlisi” statüsüne geçirmişti. Böylece müttesep (kazanılmış) haklarımız bir gecede elimizden alınıp “daimi kadrodaki Devlet Memuru” olarak yattığımız yataklarımızdan  (6 Kasım Cuma sabahı) her defasında iki yıl süreyle sözleşmeli olarak görevlendirilebilen “sözleşmeli personel” olarak kalkmış olduk.

2547 sayılı yasanın 32. maddesinde  “ Öğretim görevlileri ve araştırma görevlileri ilgili yönetim kurullarının görüşleri alınarak fakültelerde dekanın, rektörlüğe bağlı enstitü veya yüksekokullarda müdürlerin önerisi ve rektörün onayı ile münhal öğretim üyesi veya yardımcısı kadrolarına her defasında en çok iki yıl süre ile atanabilir veya sözleşme ile çalıştırılabilirler. Öğretim görevlileri ile araştırma görevlilerinin görevlerine devamlarında yarar görülenler aynı usulle yeniden atanabilirler” deniyordu.

Bizleri angarya görevlendirmelerle, yerine getirdiğimiz görevleri yapmadığımız suçlamalarıyla, akademik çalışmalarımıza getirdikleri engellemelerle ve ardı ardına açtıkları soruşturmalarla bezdirip kendi isteğimizle ayrılmamızı sağlamaya çalışan ve hiçbir açık vermediğimiz için görevden uzaklaştırma gerekçesi yaratamayanlar, aradıkları fırsatı 2547 sayılı yasanın 32. maddesinden çıkarmaya çalışmış olmalılar ki, asistan arkadaşım Kumru Canku ile birlikte, 1 Eylül 1982 Çarşamba günü Alsancak’taki Dekanlık Binasına maaşlarımızı almak için gittiğimizde, (o zamanlar maaşlar her kurumun kendi muhasebe bürosunda elden ödenirdi) önünde maaş kuyruğuna girdiğimiz Muhasebe memurundan “Görevlerimize son verildiğini, o nedenle maaş alamayacağımızı” öğrendik!  “Bizlere maaş ödenmeyeceğini bildiren yazılı emri görmek istediğimizi” söyleyince de “Dekan gelip kendisi söyledi, yazılı emir yok…”  cevabını aldık…

Onca yıllık Devlet Memurluğumuz, “berberin çırağına bile uygulayamayacağı”  bir sözlü emirle  bitirilip kapının önüne konuluyorduk… Her bir belgenin fotokopisini yaptırmanın getirdiği masraflardan dolayı, zaten yetersiz olan maaşlarımızla ay sonlarını bile zor getirdiğimizden, o gün cebimde hiç para yoktu. Bölümden (Bornova’dan) Alsancak’taki Dekanlık Binasına kadar dolmuş paramızı da Canku cebinde kalan son 10 TL’den ödemişti… Bir süre  öylece kalakaldık… 4 Mayıs 1981 Pazartesi sabahı bu mücadeleye başlamak için yola çıkmadan önce, odasına girip melekler gibi uyuduğu yatağının başında Seni aç bırakmak bahasına, bu gün çıktığım yoldan dönmeyeceğim Selendiye üzerine yemin ettiğim 2 aylık yavrumu düşündüm;  Aradan geçen süre içinde 19 aylık olmuştu ve ben, hiç bir şeyden haberi olmayan o el kadar bebeğimi aç bırakıyordum… Güneş tutulmasının ne demek olduğunu asıl o süre içinde öğrendim; Gündüz güneşinin aydınlığına zifiri bir karanlıktan bakar gibiydim. Aklımdaki tek şey, kendisine okuttuğum derslerden birinin adını verip o dersler uğruna aç bıraktığım küçücük yavrum Selen’imdi. Dekanın odasına ne zaman gittiğimizi nasıl daldığımızı hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey özel kalemin önümüze atılıp durdurmaya çalışması ve odaya daldığımızda hızla telefona sarılan Dekanın yüzündeki  ifadeydi. Bulunduğumuz makama hiç uymayan karşılıklı bağrışmalar içinde neler söylendiğini hatırlamıyorum ama (başlangıçta paniklemiş göründüğü halde) bizim bir taşkınlık yapmayacağımızı anlayınca o da kendisini toparlamış olmalı ki,  sesini yeniden yükseltip  “Sözleşmenizi yenilemiyorum, gidin istediğiniz yere şikayet edin” diyerek odasından çıktı ve özel kalemde toplanmış olduklarını gördüğümüz (aralarında Prof.Dr. Özdemir Nutku, Prof.Dr. Ümit Serdaroğlu ve Doç Dr. Akın Süel’i seçebildiğim) kalabalık grubun arasına karıştı. Biz de arkasından çıkıp binayı terk ettik.

Fakültemiz Ege Üniversitesinden ayrılıp 20 Haziran 1982’de kurulan Dokuz Eylül Üniversitesine bağlandığı için yeni Rektörlük binamız Alsancak’taydı. Doğruca o güne kadar hiç gitmediğimiz yeni Rektörlük binamızın yolunu tuttuk ama Canku’nun cebinde kalan son demir paraları da evlerimize dönüş için kullanmak zorunda kalacağımızdan mesai bitmeden önce yetişebilmek amacıyla 3-4 km. uzakta olan Rektörlük binasına adeta koşarak gittik. Rektörümüz odasındaymış, sekreteri durumu anlatınca hemen kabul etti. İçeriye girdiğimizde son derece babacan bir insanla karşılaştık, yeni Üniversitemizin yeni Rektörü Prof.Dr. Ömer YİĞİTBAŞI.  Eskilerin, “ismiyle müsemma” olarak adlandırdığı bir babacanlıkla bizi çok kibar ve dostça karşıladı. İkimizi de sabırla dinledikten sonra hafif sinirlenmiş bir ses tonuyla “Olmaz öyle şey! Kimse kimseyi bu şekilde işten çıkaramaz. Sizinle ilgili bütün dosyalar bize intikal etti, orada olanları biliyoruz. Soruşturmalar bitince gereği yapılacak.  Siz şimdi evlerinize dönüp bana anlattığınız şeyleri ve bugüne kadarki çalışmalarınızı özetleyen birer dilekçe hazırlayıp yarın getirin ve ondan sonra da görev yerlerinize gidin. Bu işe ben el koyuyorum, maaşlarınız ödenecek, görevinize devam edeceksiniz, merak etmeyin!” dedi…

Rektörlük binasından çıktığımızda hava kararmıştı ama, ikindi üzeri Dekanlık Binasında yaşadığımız “karanlığa” göre çok daha “aydınlık” gibiydi… Canku’dan ayrılıp, verdiği vapur parasını avcumda sımsıkı tutarak, beni Selen’ime götürecek vapurun yanaşacağı Alsancak İskelesine doğru koşmaya başladım. Kızımı bir an önce kucaklayıp bağrıma basmak için, bir elimde çantam öbür elimde sımsıkı tuttuğum demir paralarla koştuğumu hatırlıyorum ama gerisi öylesine silinmiş ki ona kavuştuğum anı hiç hatırlayamıyorum… ya da 40 yıl sonra bu yorgun yürekle iyi ki de hatırlamıyorum.

Ertesi gün dilekçelerimizi verip Bölüme döndük, birkaç gün sonra maaşlarımız da ödendi. Dilekçelerimizde aynı şeyleri dile getirdiğimiz ve ekleriyle birlikte çok uzun oldukları için, belge olarak yalnızca Canku’nun dilekçesini sunmakla yetineceğim:

Belge 94 a  Kumru Canku’nun 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt no’lu “görevden çıkarmaya itiraz” dilekçesi (1.sayfa)

Belge 94 b K. Canku’nun 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt no’lu “görevden çıkarmaya itiraz” dilekçesi (2.sayfa)

Belge 94 Ek 1 K. Canku’nun 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt no’lu “görevden çıkarmaya itiraz” dilekçesi, Ek 1.sayfa

Belge 94 Ek 2 K. Canku’nun 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt no’lu “görevden çıkarmaya itiraz” dilekçesi, Ek 2.sayfa

Belge 94 Ek 3 K. Canku’nun 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt no’lu “görevden çıkarmaya itiraz” dilekçesi, Ek 3.sayfa

Belge 94 Ek 4 K. Canku’nun 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt no’lu “görevden çıkarmaya itiraz” dilekçesi, Ek 4.sayfa

Belge 94 Ek 5 K. Canku’nun 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt no’lu “görevden çıkarmaya itiraz” dilekçesi, Ek 5.sayfa

Belge 94 Ek 6 K. Canku’nun 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt no’lu “görevden çıkarmaya itiraz” dilekçesi, Ek 6.sayfa

Belge 94 Ek 7 K. Canku’nun 2 Eylül 1982 gün ve 529 kayıt no’lu “görevden çıkarmaya itiraz” dilekçesi, Ek 7.sayfa

Onca engellemeye rağmen yapmayı başardığı ve sadece isimlerini yazdığı zaman bile 9 sayfa süren çalışmaları okunmakla bitmiyor değil mi? Bitmezdi de…  Ama bitirdiler…

Ekim ayı maaşlarımızı almaya da benzer bir sürprizle karşılaşmaktan korkarak gittik ama herhangi bir sorunla karşılaşmadık. Bölümdeki angarya görevler, suçlamalar aynı biçimde sürüyordu ve artık alıştığımız için pek etkilenmiyor ve görevden çıkarılma tehlikesini aştığımızı düşünüyorduk. Derken Kasım ayı geldi, Ekim maaşlarını sorunsuz alabildiğimiz için yine aynı güvenle maaş kuyruğuna girip sıramızı bekledik ve sıra bize geldiğinde Eylül ayında söylenenlerin aynısı söylenip maaşlarımız yine ödenmedi.  Artık alıştığımız ve kolayca aşacağımızı düşündüğümüz için bu kez (sinirlenmekle birlikte) hiç telaşlanmadık ve Dekana uğramaya gerek bile duymaksızın doğruca Rektörlüğe gittik. Rektörümüz yine aynı babacan tutumla karşıladı. Durumu anlattık. Aynı şeyin daha önceki müdahalesine rağmen tekrarlanmasına biraz şaşırmış görünüyordu. Bir süre düşündükten sonra “Çocuklar bu böyle olmayacak. Sizin ilk derece amiriniz orası, Rektörlük onay mercii. Prosedüre göre sözleşmenizin yenilenmesini onlar isteyecek ben onaylayacağım. Onların istemediği bir şeyi yine müdahale edip bozsam bile, bir ay sonra aynı şeyle tekrar karşılaşabiliriz. Bunun böyle sürdürülmesi problemli olur. Sizin için başka bir formül düşündüm. Buca Eğitim Fakültesi Müzik Bölümü de bize bağlı. Soruşturmalar tamamlanıncaya kadar geçici görevlendirmeyle sizi Buca’ya göndereyim. Oranın Dekanı Hüseyin Bey’e gerekli bilgiyi veririm, size yardımcı olur. Eldeki dosyalara göre Bölüm Başkanınızın orada kalabilmesi çok zor görünüyor, büyük bir olasılıkla görevden alınacak, o giderse tekrar eski görev yerinize dönersiniz” dedi. Rektör’ün söze “çocuklar” diyerek başlaması bile çok dostça gelmişti. Üst  makamlara doğru çıktıkça çok daha kibar ve dostça davranan insanlar görüyorduk, Ege Üniversitesindeki Rektörümüz Prof.Dr. İbrahim KARACA, Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Türe TUNÇBAY, Bornova 57. Topçu Tugayı ve  Sıkıyönetim Tali Bölge Komutanı Tuğgeneral Zeki KÜZECİ Paşa, Prof.Dr. Nahide ALTAN, Prof.Dr. Adnan GÜLERMAN, Doç.Dr. İbrahim ARMAĞAN, BEF Dekanı Prof.Dr. Hüseyin Sesli,  GSF Sekreteri Tamer Kinson  ve  YÖK’ten gelen (isimlerini bilmediğim) Hocalarımız, her zaman saygı ve minnetle andığımız çok kibar, çok dostça yaklaşan insanlardı  ya da gördüğümüz onca kötü muamelelerden sonra, normal davranan insanları bile güneş ışığı gibi algılıyorduk… Bu duygular içinde Rektörümüzün önerisini tereddütsüz kabul edip  4 Kasım 1982 Perşembe günü sabahı Buca Eitim Fakültesindeki geçici görevimize başladık. Buca Eğitim Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Hüseyin SESLİ ve Bölümdeki  (bir çoğu Gazi’deki öğrencilik ya da asistanlık yıllarımdan arkadaşım olan) öğretmen arkadaşlar çok dostça karşıladılar.

GSF Dekanı,   görevlerimize son verildiğine dair hiçbir tebliğde bulunmadan Kasım ayı bordrolarından adımızı sildirmiş olduğu için, Buca’da görevlendirilen bizler, tüm işlemlerimizin yeniden yapılmasını beklemek zorunda kalıp yaklaşık iki hafta daha maaş alamadık. Onca yıllık yüksek okul hocalığından sonra,  ceplerimizde yemek parası bile olmadan gitmek zorunda kaldığımız yeni görev yerimizde,  çantalarımızda  götürdüğümüz ekmek arası peynir vb. şeylerle idare ediyorduk ama, öğlen yemeklerine birlikte çıkmak isteyen arkadaşlarımıza her gün yeni bir mazeret bulabilmekte zorlanıyorduk…  “Devlet Memuru” olmanın verdiği “güvencenin”, “onurun “ değerini daha iyi anladık o günlerde…  YÖK’ün getirdiği “sözleşmeli personel” uygulamasıyla, bir anda kapı önüne konulabilen insanlar haline gelmek ne kadar “değersiz” olduğumuzu hissettiriyordu. Biz Oransay’a “hayır” diyebilme gücümüzü,  kendimize biçtiğimiz değerin yüklediği  “sorumluluk” duygusundan almıştık.  Kendini bu kadar “değersiz” hisseden bir memur, benzer bir sorumluluk duyup benzer bir mücadeleye cesaret edebilir miydi, artık “daha önceki bizler” gibi olabilir miydik, bilmiyorduk ama , iki yıldan beri ilk defa dostluk ortamında olmak yine de çok güzeldi…

BEF Müzik Bölümü, Eğitim Enstitüsünden Yüksek Öğretmen Okuluna ve hemen ardından da Fakülteye bağlanmanın getirdiği “uyumsuzlukları” yaşıyor gibiydi. Dersliklerin çok küçük olmasına karşın yalnızca 4. sınıfların mevcudu bile (yanlış hatırlamıyorsam) 114 kişi kadardı. 4. sınıf şubeleri 4A, 4B, 4C, 4D, 4E… biçiminde uzayıp gidiyordu… Bir çok dersi, aynı zamanda konser salonu olarak kullanılan 7 numaralı derslikte, sınavları ise (ancak sığabildikleri için) 7 numara ya da Konferans Salonunda yapıyorduk. Bornova’daki Musiki Bölümünün kasvetli havasından sonra Fakültenin muhteşem bahçesi, Müzik Bölümünün küçük ama şirin binası ve en önemlisi de öğretmen arkadaşlarımız ile öğrencilerimizden gördüğümüz dostça yaklaşım çok hoşumuza gitmiş, çabucak benimsemiştik Buca’yı. Canku’yla kolları sıvayıp tüm gücümüzle çalışmaya başladık. Öyle büyük bir coşkuyla çalışıyorduk ki, Musiki Bölümünde yaşadıklarımız ve orada geçici görevlendirmeyle bulunuyor oluşumuz aklımıza bile gelmez olmuştu.  Artık düzenli günlük tutmayı da bırakmıştık…  O yüzden, o sırada yaşanan bazı olayların tarihlerini net olarak bilemiyorum ama, Buca’daki geçici görevimizin ilk üç ayını ancak tamamlamıştık ki, (yanılmıyorsam 1983 Şubatıydı)  Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğünden gelen bir yazıyla ifade vermeye davet edildim. Birkaç gün sonra Rektörlük Binasında  ifade verdiğim profesörler “son soruşturma” için YÖK’ten gelmişlerdi. Bu da iki yıllık soruşturma sürecinin artık sonuna gelinmiş olduğunu, kararın çok yakında çıkacağını gösteriyordu. İfadem iki saate yakın sürdü. Soruşturmayı yürüten profesör önündeki klasörlerden düzinelerce soru sordu. Sordukları sorular, her konuyu en ince ayrıntısına kadar bildiklerini gösteriyordu. Zaten ben de, (önceden yazılı davetle haber verilerek çağrıldığım için) giderken kendi dosyalarımı yanımda götürmüştüm ve sorulan tüm soruları, dosyalarımdaki belgeleri de göstererek tek tek cevapladım. Bu arada, Halit Recep Arman Kitaplığı konusunda da  birçok soru soruldu ve Oransay’ın Bölüm adına satın aldırıp kendi evine götürdükten sonra Necdet Levent Müzik evine satılması için bıraktığı, benim de oradan satın aldığım Halit Recep Arman kitaplarından birini (Feyha Talay Musiki Tarihi: Belge 18 a,b) çantamdan çıkarıp kendilerine gösterdim. Sorulan sorulardan, her şeye vakıf  oldukları ve Oransay hakkında verilecek kararın artık çok yakın olduğu anlaşılıyordu.

Rektörlükte alınan ifademin üzerinden üç dört hafta ya geçmişti ya da geçmemişti kesin hatırlayamıyorum, bir gün odama gelen Öğretim Görevlisi arkadaşımız Tahsin Bey (Tahsin Kılıç) “Atalay, Edip Bey (Dr. Edip Günay) telefonla aradı, o saatte derste olduğun için çağıramadık, sana bir mesaj iletmemi istedi” diyerek Edip Bey’in mesajını iletti:  “ADNAN’A SÖYLEYİN BAŞAK ONİKİYİ ÇEYREK GEÇİYOR!”

Bu şifreli mesaj, asimetrik koşullar altında ağır yaralar alarak sürdürdüğümüz iki yıllık mücadelenin son noktası olup  “ORANSAY GÖREVDEN ALINIP ÜNİVERSİTEDEN UZAKLAŞTIRILDI” anlamına geliyordu ve iki yıllık mücadelemizin sonu demekti…  

Omuzlarımdan ağır bir yük kalkmış gibi oldu rahatladım, ama sevinemedim. Buca’da “Oransay görevden alınınca eski görev yerimize dönmek üzere Rektörümüz tarafından geçici olarak görevlendirilmiş olsak da” artık oraya dönmenin bir anlamı kalmamıştı. Çünkü ben, yatakhanesinde yatıp, yemekhanesinde karnımızı doyurarak okuduğumuz, bu yüzden de “baba ocağı” bellediğimiz GEE Müzik Bölümü gibi saygın bir kurumdaki öğretmenlik görevimi, Oransay’ın yanında yeni bir şeyler öğrenebilme umuduyla bırakıp gelmiştim. O hayallerin darmadağın olduğu, Nurhan CANGAL, Edip GÜNAY, muzaffer GÜRGÜNEŞ, Fehamettin ÖZGÜÇ gibi hocalarımızın da artık ayrılmayı düşündükleri bir Bölüme tek başıma dönüp de ne yapacaktım ki… Ayrıca bu sonuca ulaşabilmek için verdiğimiz mücadelede Fakültemizdeki bir çok hocamızı da karşımıza almak zorunda kaldığımız için artık o Fakülteye dönüp huzurlu bir çalışma ve akademik kariyer yapabilme ihtimalimiz de kalmamıştı…

Sözün bu noktasında Edip Bey’in mesajındaki “Başak” şifresini de kısaca açıklayarak rahmetli Hocamızı yadetmek isterim. Bölümümüzde tahkikatların başladığı 1981 Mayısının ilk yarısıydı. Odasına girdiğimde, duvardaki (göz önünde bulundurmak istediği dökümanı iğnelediği)  çuha panoya, sapından iğnelenmiş, baş aşağı sarkan bir buğday başağı dikkatimi çekti. Normal olarak dik olması gereken başağın, başının ağırlığından dolayı ters dönüp baş aşağı sarktığını  düşündüğüm için, (zaman zaman “Obsesif kompulsif bozukluk” düzeyine varan  ve gittiğim evlerdeki eğri duran resimleri bile düzeltme isteğime neden olan, simetri, düzen ve kusursuzluk takıntımdan dolayı) hemen uzanıp düzeltmek istedim. Rahmetli Edip Bey elimi tutup “Bırak Adnan öyle kalsın ben bilerek öyle iğneledim” dedi ve hikayesini anlattı:  0 başağı, Sıkıyönetim Komutanlığına 5 Mayıs 1981 Salı günü verdiğim ilk dilekçemin hemen ardından, (Dernek konusunda uyarmak için) Yaşar ve kendisiyle ayrı ayrı oturup konuştuğumuz Ziraat Fakültesi yakınlarındaki tarla kenarından (o günün anısı olarak)  koparmış. “Artık her şeyin ters gideceği çok zorlu bir sürece girdik. Bu başak, yaşayacağımız süreci temsil ediyor. Oransay gidince düzelteceğiz, saat 12’yi gösterir gibi dimdik duracak” dedi ve 2 yıl boyunca baş aşağı duran o başak, sabrımızın da bir sembolü oldu. “Başağın 12’yi çeyrek geçmesi” ise, (daha önce iki kez görevden uzaklaştırılmış gibi gösterilip başka isimler üzerinden her şeyi yönlendirmeye devam eden) Oransay’ın,  bir daha dönemeyecek biçimde gitmesi, üniversiteden tamamen uzaklaştırılması demekti…

Başak onikiyi çeyrek geçmesine geçmişti ama, bizim akademik geleceğimizi de mahvedip geçmişti.  Oransay gitmiş bile olsa, artık oraya dönmenin bir anlamı kalmadığını bildiğim için Buca Eğim Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Hüseyin SESLİ Hocamızla konuşup Oransay gidene kadar geçici olarak görevlendirilmiş olduğum Buca Eğitim Fakültesinde kalmak istediğimi söyledim ve Dekanlık Makamının 2.5.1983 tarihli yazılarıyla tebliğ edilen 27.04.1983 tarihli Rektörlük oluru ile, GSF Musiki Bölümü Araştırma Görevlisi kadrosundan ayrılıp BEF Müzik Bölümü Öğretim Görevlisi kadrosuna atandım. Böylece GSF Musiki Bölümüyle ilişkim tamamen kesilmiş oldu.

27.4.1983 tarihli Rektörlük Oluru ile DEÜ GSF Musiki Bölümü Araştırma Görevlisi kadrosundan BEF Müzik Bölümü Öğretim Görevlisi kadrosuna atandığımı tebliğ eden 2.5.1983 gün ve 221.1/4179 sayılı Dekanlık yazısı.

III . BÖLÜM: “AMA” SÖZCÜĞÜNÜN ARDINDAKİ ORANSAY

Gerek Oransay’la ilgili soruşturma sürecinde, gerekse daha sonraki konuşma ve yayınlarda  en sık karşılaştığımız cümle tipi “… tamam yapmış olabilir ama çok bilgili çok değerli bir bilim adamıdır” cümlesi oldu. O “ama” sözcüğünden önceki her şeyi silip süpüren bu cümle tipi, yaptıklarının “onaylanması” anlamına gelmese bile “görmezden gelinmesi” isteğini ya da hakkındaki iddia ve işlemlere duyulan “kuşkuyu” dile getirmektedir. Hakkındaki  “iddalara” ve hatta verilmiş olan “üniversite ve kamu görevinden uzaklaştırma” cezasına bile kuşkuyla bakmak son derece doğal ve bir o kadar da adil olur, çünkü insanlık tarihi, aldıkları cezaları gerektirecek bir suçları olmadığı halde haksız yere cezalandırılmış insanların öyküleriyle doludur. O nedenle Oransay’la ilgili iddiaların ve görevden uzaklaştırma kararının haklı olup olmadığına da, hakkında verilen kararın kendisiyle değil ortaya konulan bilgi ve belgelerle karar vermek kişisel düzeyde yapılabilecek en doğru seçim olur ve ilk iki bölümde yaptığım açıklamalar ile sunduğum belgeleri inceleyen herkes neyin gerçek neyin yalan olduğunu net bir şekilde görmüştür diye düşünüyorum. Ortaya koyduğumuz bilgi ve belgelerin aksini savunmak isteyenler olursa, onları da (tıpkı bizim yaptığımız gibi) ileri sürecekleri fikirleri belgelemeye davet ediyorum.

Olası her türlü kuşkunun cevabını 1. ve 2. bölümde belgeleriyle verdiğim için bu bölümde “ama” sözcüğüyle başlayan cümlenin ardına alınarak savunmaya çalışılan Oransay üzerinde durup,  eğitimi, öğreticiliği ve bilim insanı yanına değinmek istiyorum.

1 – Oransay’ın müzik eğitimi

Wikipediaya yüklenmiş bilgiler de dahil olmak üzere, Oransay’ın müzik eğitimi konusuna değinen neredeyse tüm yayınlarda “1954 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon Bölümü Yüksek Devreden mezun olduğu” yolunda bilgiler verildiği ve özellikle o dönemlerdeki konservatuvar öğrenimi, (liseden sonra öğrenci alan ses eğitimi ve bazı üfleme çalgılar dışında) genellikle ilkokuldan sonra başlayıp ortaokul, lise ve yüksek öğrenimi içine alan ortalama 10 yıllık bir süreç olduğu için, “Kompozisyon Bölümü Yüksek Devreden mezun olduğu” ileri sürülen Oransay’ın geçmişinde de bu tür bir müzik eğitimi olduğu  zannedilir. Oysa İlkokulu Çankaya İlkokulunda (1936-42), Ortaokulu (şimdiki adı TED Ankara Koleji olan) Türk Maarif Cemiyeti Yenişehir Kolejinde (1942-45), Liseyi ise Ankara Gazi Lisesi Edebiyat Bölümünde okuyan (1945-48)  ve Liseden sonra bir yıl kadar da (1948-49 öğretim yılı)  Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde okuyan Oransay, müzik eğitimine aynı yılın kış yarıyılında (Konservatuvar giriş sınavlarına hazırlık amacıyla) piyano ve solfej dersleri alarak (özellikle çalgı öğrenimine başlangıç açısından geç bir yaş kabul edilen)  19 yaşındayken başlar ve aynı yıl (1949 Ekiminde) Ankara Devlet Konsevatuvarı Hazırlık sınıfına kabul edilir. Bu okulda,  bir yılı(1949-50)  “hazırlık” olmak üzere, toplam üç yıl öğrenim gördükten sonra, 1951-52 Öğretim Yılı Haziranında Orta Dönem Kompozisyon Sınıfını “pekiyi” dereceyle bitirip 11/6/1952 tarihli Orta Devre Diplomasını alır. (Belge 95 a ,b,c,d)  

1939-40 Haziran döneminden 1952-53 Haziran dönemine kadar olan 14 yıl içinde,  Ankara Devlet Konservatuvarı  Orta Devreden  mezun olan öğrencilerin listesi: Gültekin Oransay’ın Orta Devre mezuniyet bilgileri ,  32. sayfadan 35. sayfaya kadar 4 sayfa süren listenin son sayfasında (35.sayfada) görülmektedir.

Belge 95 a 1939-1952 yılları arasındaki, Ankara Devlet Konservatuvarı Orta Devre Mezunları Listesi, (Ankara Devlet Konservatuvarı, Otuzuncu Yıl, s.32)

Belge 96 b  1939-1952 yılları arasındaki, Ankara Devlet Konservatuvarı Orta Devre Mezunları Listesi, (Ankara Devlet Konservatuvarı, Otuzuncu Yıl, s.33)

Belge 95 c  1939-1952 yılları arasındaki, Ankara Devlet Konservatuvarı Orta Devre Mezunları Listesi, (Ankara Devlet Konservatuvarı, Otuzuncu Yıl, s.34)

Belge 95 d  1939-1952 yılları arasındaki, Ankara Devlet Konservatuvarı Orta Devre Mezunları Listesi, (Ankara Devlet Konservatuvarı, Otuzuncu Yıl, s.35)

Oransay’ın kendisi tarafından hazırlanıp EÜ GSF Musiki Bölümü yayını olarak çoğaltılmış olan “Doğumunun 50. Yıldönümünde kendi kaleminden : GÜLTEKİN ORANSAY başlıklı teksirin ilk sayfasında (Belge 96 a), “ 1949 yılında girdiğim Ankara Devlet Konservatuvarı’nda bir yıl hazırlık (küğbilgisi:İlhan Usmanbaş, piyano: Selçuk Uraz), iki yıl armoni (uyumbilgisi : Necil Kâzım Akses, piyano: Fuad Turkay, küğ tarihi: Mahmut Ragıp Gazimihal), iki yıl kontrpuan (karşıezgi: Akses, 1954’te birkaç hafta A.Adnan Saygun) sınıflarında okudum. Konservatuvarında okuduğum beş yıl boyunca…” demiş olması, birçok kişide, “Konservatuvarda 5 yıl öğrenim gördüğü ve Kompozisyon sınıfının Yüksek Devresinden mezun olduğu” algısı yaratmış  olmalı ki,  Oransayla ilgili tüm yayınlarda  “Konservatuvarın yüksek dönemini bitirdiği” ya da  wikipedia vb. ortamlarda  “Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon Bölümü Yüksek Döneminden 1954 yılında mezun olduğu” yolunda bilgiler verilmektedir.

Belge 96 a “Doğumunun 50. Yıldönümünde kendi kaleminden: GÜLTEKİN ORANSAY”, s.1 (EÜ GSF Musiki Bölümü Yayını)

Oransay’ın kendi kaleminden çıkmış olan yukarıdaki yazı dikkatlice okunacak olursa, Müzik yaşamıyla herhangi bir ilişkisi olmayan Gazi Lisesinden mezuniyetini bile  “pekiyi dereceyle” diyerek belirtmiş olan Oransay, kendi müzik eğitimi açısından son derece önemli bir kriter olan Konservatuvarın Yüksek Devresinden  mezun olduğu yolunda tek kelime bile etmiyor. Oysa Oransay’ın kendi kaleminden çıkmış bu yazıyı yıllar sonra “kendi kaleminden prof.dr. gültekin oransay” başlığıyla Orkestra dergisine taşıyan Doç.Dr. Necati Gedikli, “Konservatuvarın yüksek dönemini bitirdikten (1954) sonra…” diyerek Oransay’ın metninde olmayan  bir ilave yapıp  Yüksek Devreden mezuniyetinin yılını bile veriyor…  (Belge 97)

Belge 97   Doç Dr. Necati Gedikli, “kendi kaleminden prof.dr.gültekin oransay”, Orkestra Aylık Müzik Dergisi, Nisan 1990, Sayı:200, s.18

Gedikli’den sonra başkaları da aynı şeyi tekrar etmiş ve wikipediaya bile “Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon Bölümü Yüksek Döneminden 1954 yılında mezun oldu” biçiminde yüklenmiş. Neden acaba? Çünkü kendilerini “müzik araştırmacısı” olarak tanımlayan insanlarımız bile herhangi birinden duyduğu ya da herhangi bir yerden okuduğu şeyi (doğruluk derecesini “araştırma” zahmetine girmeden) olduğu gibi kendi yazılarına taşıyor, bu yüzden de yanlış bilgiler çığ gibi büyüyüp yaygınlaşıyor.  Oysa!

ORANSAY, ANKARA DEVLET KONSERVATUVARININ YALNIZCA ORTA DEVRESİNİ BİTİRMİŞ OLUP “YÜKSEK DEVRESİNDEN MEZUN OLDUĞU” YOLUNDAKİ BEYANLAR , “ARAŞTIRMA” ALIŞKANLIĞINDAN YOKSUN “ARAŞTIRMACILARIMIZIN” (!)  BİRBİRİNDEN  KOPYALAYIP YAYGINLAŞTIRDIĞI BİR UYDURMADIR!

Bir başka deyişle Konservatuvar öğrenimi 3 yıllık Orta Devre eğitiminden ibarettir!  İşte belgesi: Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Devresinden 1940-1941 Haziran Dönemi ile 1955-56 Haziran Dönemi arasındaki 16 yıl içinde mezun olmuş tüm öğrencilerin listesini (Oransay 1954’te Almanya’da Felsefe öğrenimine başladığı için daha sonraki yılların listesi gerekmiyor) aşağıdaki toplam 5 sayfadan oluşan Belge 98 a,b,c,d,e’ de veriyorum, Oransay’ın “Yüksek Devreden mezun olduğunu” yazan “Müzik Araştırmacılarımız” Oransay’ın adına rastlayabilecekler mi bakalım (!)

Belge 98 a  1940-1956 yılları arasındaki, Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Devre Mezunları Listesi, (Ankara Devlet Konservatuvarı, Otuzuncu Yıl, s.44)

Belge 98 b  1940-1956 yılları arasındaki, Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Devre Mezunları Listesi, (Ankara Devlet Konservatuvarı, Otuzuncu Yıl, s.45)

Belge 98 c  1940-1956 yılları arasındaki, Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Devre Mezunları Listesi, (Ankara Devlet Konservatuvarı, Otuzuncu Yıl, s.46)

Belge 98 d  1940-1956 yılları arasındaki, Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Devre Mezunları Listesi, (Ankara Devlet Konservatuvarı, Otuzuncu Yıl, s.47)

Belge 98 e 1940-1956 yılları arasındaki, Ankara Devlet Konservatuvarı Yüksek Devre Mezunları Listesi, (Ankara Devlet Konservatuvarı, Otuzuncu Yıl, s.47)

Yok mu? Bir daha baksınlar! Bulamasalar bile, bir şey yazmadan önce “araştırmayı” ve “bakmakla görmek arasındaki farkı” öğrenmiş olurlar…

Ya da…

Yukarıdaki lisetelerde Oransay’ın adını göremeyenlerin aklına, “Oransay’ın adını yazmanın unutulmuş olabileceği” ihtimali ya da “Oransay düşmanları mezunlar listesinden ismini çıkartmışlardır”  biçiminde komplo teorileri de gelebilir ki, bazı insanların ismini “unutuverip” (!) liste dışı bırakmaya ve onları yok göstermeye yönelik aşağılık oyunlar, kurum tarihçeleriyle ilgili yayınlarda bile ne yazık ki çok sık yapıldığından, normal koşullarda her iki olasılık da söz konusu olabilir. Ama burada değil! Çünkü yukarıdaki Listeler Oransay’ın bizzat kendisi tarafından düzenlenip yayınlanan “Ankara Devlet Konservatuvarı Otuzuncu Yıl” başlıklı kitaptan (Belge 99) alınmıştır. Oransay gibi büyük bir  “küğbilimcinin”, kendi yazdığı kitapta kendi adını unutabileceğini varsaymak, her şeyden önce  Oransay’a hakaret olmaz mı?  Oransay’ı yüceltmek uğruna, mezun olmadığı okullardan bile mezun ilan eden “küğbilimci” öğrencileri, hiç değilse hocalarının yazdığı/hazırladığı kitapları okumuş olsalardı, böyle asılsız bir mezuniyet hikayesinin kaynağı ya da yaygınlaştırıcısı durumuna düşmezlerdi…


Belge 99  Oransay tarafından hazırlanmış olan “Ankara Devlet Konsevatuvarı Otuzuncu Yıl” başlıklı kitap

Oransay’ın Belge 96 a yazısındaki “Konservatuvarda okuduğum beş yıl boyunca” ifadesi dikkate alınacak olursa Orta Devreden mezun olduktan sonra bir süre Yüksek Devrenin derslerine de devam etmiş olduğu düşünülebilir ama Tıpkı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde bir yıl okuduktan sonra terkedip bitirmediği gibi Konservatuvar Yüksek Devresini bitirmediği de kesin.  Kaldı ki, özgeçmişiyle ilgili  Belge 96 a yazısındaki “ 1949 yılında girdiğim Ankara Devlet Konservatuvarı’nda bir yıl hazırlık (küğbilgisi:İlhan Usmanbaş, piyano: Selçuk Uraz), iki yıl armoni (uyumbilgisi : Necil Kâzım Akses, piyano: Fuad Turkay, küğ tarihi: Mahmut Ragıp Gazimihal), iki yıl kontrpuan (karşıezgi: Akses, 1954’te birkaç hafta A.Adnan Saygun) sınıflarında okudum” ifadeleri de bütün bu yanlış anlamaların kaynağı olan gereksiz ve abartılı açıklamalardan başka bir şey değildir. Son zamanlarda başkalarının özgeçmişlerinde de sıkça karşılaştığımız bu tür açıklamalar, gerçeği olduğundan daha büyük göstermek için yapılmış abartılardan ibarettir çünkü, bir okulun programında bir ya da iki yıl süren bir sürü ders vardır ve öğrenciler haftada 40 saati bulan o derslerin çoğunu topluca alırlar. Aynı süre içinde yapılmış dersleri “bir yıl küğbilgisi”, “iki yıl armoni”, “iki yıl kontrpuan” biçiminde birbiri ardınca başlamış ve o hocalarla birebir yapılmış dersler gibi yazmak 1 + 2 +2 = 5 yıllık bir öğrenim algısı yaratır ki, bizler GEE Müzik Bölümünde okuduğumuz tüm dersleri bu şekilde ardı ardına yazmaya kalksak,  en az 20-25 sene sürmüş bir öğrenim algısı yaratmamız işten bile olmazdı… Ayrıca,  Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon Bölümü, kompozitör (Oransay’ın deyimiyle “bağdar”) yetiştirdiği için,  Kompozisyon Bölümünün Yüksek evresinden o yıllarda mezun olmuş olan Hikmet Şimşek, Muzaffer(ettin) Arkan, Ferit Tüzün, Ercivan Saydam, İlhan Usmanbaş, Bülent Arel, Nevid Kodallı, Kemal İlerici isimlere bakıldığında, hepsinin şu ya da bu tarzda eserler bestelemiş olduğu görülür, Oransay’ın tek ölçülük eserini gören oldu mu?  Yaşamının daha sonraki yıllarında tümüyle müzikolojiye yönelip beste yapmayı bıraktığı varsayılsa bile, Kompozisyon Yüksek Devresinde okurken hiç mi beste yapmamış? Bir küçücük okul şarkı olsun bestelememiş öğrenci,  Kompozisyon Bölümü Yüksek Devresinden mezun edilir mi? Yazdığı “Bağdarlar Geçidi”, “batı tekniğiyle yazan 60 Türk bağdar”,  “Çağdaş Seslendiricilerimiz ve Küğ yazarlarımız” gibi kitaplarda, hem uluslararası sanat müziğinde, hem de  geleneksel müziğimizde çoğu bestecinin hiç duyulmamış eserlerini bile listeleyen Oransay, en azından  Kompozisyon “Yüksek Devresinde” okuyabilmek için yazmak zorunda olduğu kendi eserlerini “insan içine çıkarılamayacak kadar kötü mü” bulmuş ki, ortada tek ölçülük  bir şey yok? Bizler GEE Müzik Bölümünde “besteci” olarak değil, “müzik öğretmeni” olarak yetiştirilen öğrenciler olduğumuz halde, Armoni, Kontrpuan ve Müzik Formları gibi derslerde gördüğümüz konuların birer uygulaması ya da ödevi olarak sürekli beste denemeleri yapar, öğrendiklerimizi o denemeler üzerinde pekiştirmeye çalışırdık.  Örneğin bugün “Camdaki Damlalar” başlıklı piyano albümümün 17 numaralı parçası,  “Köyde Gün”, daha GEE Müzik Bölümünde  öğrencisiyken yazdığım, Bölümün 30 Ocak 1973 Dönem Sonu Konserinde seslendirilmiş bir parçaydı:

Tüm arkadaşlarımız birbirinden güzel parçalar yazar ve hocalarımızın da yönlendirmesiyle adeta yarışırdık. Örneğin rahmetli Nurhan Cangal Hocamızın “kanon” konusunu işlediği haftalarda arkadaşlarımız tarafından yapılmış halk türküsü  kanon düzenlemelerinden (ilki Cangal’ın el yazısıyla yazılıp) ispirtolu kağıt yöntemiyle çoğaltılmış iki sayfa. (Arkadaşlarımızın yazdığı parçalardan  bunlar gibi onlarca sayfa oluşurdu.)

Bu tür çalışmalara yabancı olan insanlar, bir ölçülük bile bestesi olmayan bir insanın Kompozisyon Bölümü Yüksek Devresinden mezun olabileceğine kolayca inanmakta haklı olabilirler ama, bir kompozisyon öğrencisinden neler istenebileceğini bilen ve Oransay’ı da biraz olsun tanıma fırsatı bulabilen herkes,  Kompozisyon Bölümü Yüksek Devre mezunu olabileceğine ihtimal bile vermemiştir.

UYARI! Herhangi bir okuldan mezun olanlar,  “… yılında mezun oldum” ya da  “bitirdim” demekle yetinirler, “falanca okula devam ettim”, “çalışmalarımı falanca okulda sürdürdüm”, “falanca hocaların sınıfında falanca dersleri izledim” türünden belirsiz ifadeler, genellikle, kafa karışıklığı yaratıp “o okuldan mezun olduğu” algısı oluşturmaya yönelik açıklamalardır…

Oransay, “Doğumunun 50. Yıldönümünde kendi kaleminden: GÜLTEKİN ORANSAY” başlıklı (Belge 96 a,b) yazısında, (özetle) “1954 yılında başladığı Münih Üniversitesi Felsefe Fakültesinde küğbilim (müzikoloji), islambilim ve sami dilleri öğrenimi görüp ve 1962 yılında  felsefe doktoru (Dr. phil) unvanı aldığını,   “1971 başında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk İslam Sanatı Kürsüsü Türk Din Musikisi dalında, (İlahiyat Fakültesinde Öğretim Görevlisi olarak ders vermekte olan ve o tarihte herhangi bir akademik unvanı bulunmayan  GTSM bestecisi)  İsmail Baha Sürelsan’ın okuttuğu derslerde asistanlık yapmaya başladığını,  1972’de aynı Fakültede doçentliğe yükseldiğini, 1976’da ek ders ücretiyle ders vermeye başladığı EÜ Güzel Sanatlar Fakültesinde  1977 ağustosunda kadrolu çalışmaya başlayıp 1978 başında profesör olduğunu” belirtmektedir.

Doktora alanı açısından (Belge 69 b’deki kendi ifadesiyle) “felsefe doktoru” (Dr.phil) unvanına sahip olan Oransay’ın ülkemizde (müzik alanında) doçentlik ve profesörlüğe yükselmiş ilk kişi oluşu, çoğu yayınlarda özel olarak vurgulanıp  ayrı bir övgü nedeni yapılmaya çalışılıyor ama, söz konusu övgülerde,  müzikoloji ve hatta müziğin tüm alanlarında ülkemizde ilk olan o unvanların, farklı alanlarda unvan sahibi olan kişiler tarafından verilmiş olduğu gerçeği de vurgulanmış olmuyor mu? Konuya , YÖK yasasından sonra hızla yaygınlaşan unvanlar açısından bakılacak olursa, Yök yasasından sonra “doçentlik”.  “profesörlük” unvanı veren kişiler,  akademik geleneğin içinden gelen insanlar olmasa bile, en azından müzik eğitiminden gelen insanlardı, oysa Oransay’a o unvanları veren jüri üyelerinin (Oransay ülkemizde o unvanları alan ilk kişi olduğuna göre),  müzikoloji eğitimi bir yana, örgün bir  müzik eğitiminden geçmiş oldukları bile kuşkuludur. Nitekim İlahiyat Fakültesinde asistanı olduğu Türk Müziği bestecisi merhum İsmail Baha SÜRELSAN Hoca’nın (1912-1998) asıl mesleği de tarım mühendisliğiydi.

Bütün bu bilgiler bir araya getirildiği zaman da, müzik eğitimine 19 yaşında başlayıp Konservatuvarın yalnızca 3 yıllık orta devresinde okumuş, Münih’teki Ludwig-Maximilian Üniversitesi (LMU) Felsefe Fakültesi‘nde (Philosophischen Fakultät der Ludwig-Maximilians-Universität)  felsefe öğrenimi görüp felsefe doktoru (Dr. phil.) unvanı almış, ülkemizde de müzikoloji ya da müziğin öteki alanlarında örgün bir müzik eğitimi almamış jüri üyeleri tarafından „doçentlik“ ve ardından da „profesörlüğe“  yükseltilmiş bir „küğbilimci“ özgeçmişi çıkıyor…

2 – Oransay’ın bilim insanı yönü

İlk kez 1833 yılında İngiliz  bilimadamı ve rahip  William Whewell tarafından kullanıldığı kabul edilen “scientist” (Alm. Wissenschaftler) terimi, dilimizde “bilim adamı”  ya da (“adam” sözcüğünün çağrıştırdığı cinsiyet ayrımını ortadan kaldırmak için)  “bilim insanı” olarak da kullanılmakla birlikte, ister “bilim adamı” densin isterse “bilim insanı”, bu terimlerle adlandırılacak insanın “bilgili,” “zeki” “meraklı”, “gözlemci”, “akılcı”, “şüpheci”, ”çalışkan”, “azimli”,  topladığı materyali en iyi şekilde değerlendirecek yöntem bilgisi ve yeteneğe sahip ve her şeyden önce de tarafsız bir biçimde değerlendirebilecek dürüstlükte olması gerekir.  Çünkü İngilizcedeki “science”, Latincedeki scientia, yani “bilgi” veya scire yani “bilmek” sözcüğünden gelen bilimin işi,  bilgi üretmektir. Bilgi üretirken de, şahsi kanaate veya bireysel tercihlere değil; gerçeklere bağlı kalmak, gerçeği yansıtmak temel ilke olmalıdır. Bilgi üretiminde yararlanılan kaynakların açıklıkla belirtilmesi, yapılan alıntıların direkt ya da dolaylı intihal hatasına düşmeyecek netlikte usulüne uygun olarak gösterilmesi, her türlü bilimsel araştırmanın olmazsa olmaz (conditio sine qua non) denilecek temel kurallarıdır ve tabi bir bilim insanın tüm bu özelliklere sahip olup olmadığını kişisel kanaatlerden çok, ardında bıraktığı eserler gösterir.

Oransay’ın eserleri incelendiğinde, (özellikle kuramsal konulardaki) bilgi derinliği, çalışkanlığı, kararlılığı, azmi, gözlemciliği, materyal toplama ve onları değerlendirme konusundaki ustalık ve yeteneği, pratik zekası ve yabancı dildeki kaynaklardan yararlanma konusunda ortaya koyduğu üstün performans hemen dikkat çekmektedir. Dolayısıyla da bu açılardan ender rastlanacak bir bilim insanı olduğu inkar edilemez bir gerçektir ama topladığı verileri, kişisel görüş ve duyguları doğrultusunda eğip bükmeden  tarafsız olarak değerlendirip sunabilme, kaynak göstermede etik ilkelere uygunluk, yayınları arasında tutarlılık ve görüşlerini açıklama konusunda kullandığı üslup açısından bakıldığında (aşağıdaki örnek ve belgelerde de görüleceği üzere) pek de iyi bir tablo oluşmuyor.  Örnekler:

2.1 – Ahmed Adnan Saygun ve Necil Kazım Akses konusunda daha önce verdiği bilgileri, aralarında yaşanan bir sürtüşmeden sonra tamamen değiştirip akıllara durgunluk verecek bir A.A. Saygun ve N.K. Akses biyografisi vermesi

Oransay, 1965 yılında yayınladığı “batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar” başlıklı kitabında A. Adnan Saygun’a 4.5 sayfa (s.39-43), hemen ardındaki sayfadan başlayan Necil Kazım Akses’e ise 3.5 sayfa (s.44-47) ayırıp söz konusu bestecilerin yaşamları, öğrenimleri, aldıkları yurt içi-yurt dışı ödüller ve o tarihe kadar bestelenmiş eserleri üzerinde ayrıntılı bilgiler vererek (Saygun için) “1 Nisan 1947 Salı akşamı Paris’in Pleyel salonunda Yunus Emre oratoryosunun seslendirilmesiyle dünya çapındaki ününün ilk adımını atmış oldu. Aynı yıl International Folk Music Council’in yönetim kuruluna üye seçildi.1948’de İnönü armağanı’nı,1949’da Palmes Académique nişanını aldı. (…) Yunus Emre oratoryosu’nun Leopold Stokowski yönetiminde New York’ta seslendirildiğini gördü, orada bağdalarının yayın hakkını Southern Music Pulishing yayınevine sattı, 1958’de İtalya’nın Stella della  Soliderieta nişanının birinci aşamasını, aynı yıl Harriet Cohen Internatıonal Music Award’ın Jean Sibelius bağdama madalyasını aldı.  Bugün Devlet Konservatuvarı  öğretmenliği ve bağdama  bölümü şefliği, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği ve öteki görevlerinden arta kalan vakıtlarını bağdama ve yerel küğlerimizi incelemeye ayıran Ahmed Adnan Saygun düşünür ve yazar olarak da tanınmaktadır.” (N.K.Akses içinse) “…Ankara Musiki Muallim Mektebi’nde öğretmenliğe başladı, müdür yardımcılığı da yaptı. (…) 1948’de kurumun müdürü oldu. 1949’da önce Bern’e, sonra Bonn’a Kültür Ateşesi ve öğrenci müfettişi, 1958’de Ankara Devlet Operası’na Genel Müdür atandı. (…) 1 Aralık 1957 günü Federal Alman Cumhuriyeti’nin birinci sınıftan hizmet nişanını, 27 Aralık 1963 günü İtalyan Cumhuriyetinin hizmet nişanının Cavaliere Ufficiale rütbesini aldı.” biçiminde son derece olumlu (ve hatta övücü) açıklamalar yapmışken 4  yıl sonra (1969’da) yayınladığı “Çağdaş Seslendiricilerimiz ve Küğ Yazarlarımız” başlıklı kitabında Saygun için bir paragraf, Akses içinse bir cümleden oluşan akıllara durgunluk verecek aşağıdaki açıklamaları yapmıştır.

Bazı yayın ve konuşmalarda ülkemizde müzikolojinin kurucusu”, “Türkiye’nin müzik alanında yetiştirdiği en büyük bilim insanı” olarak tanımlanan Oransay’ın, 4 yıl arayla yazdığı iki kitaptaki insan biyografilerini nasıl çarpıtabildiğini herkesin görebilmesi için ilgili kitaplardaki sayfaların fotoğraflarını alt alta veriyorum.

1 a) 1965’te yayınladığı kitabındaki Ahmed Adnan SAYGUN biyografisi:

Belge 100 a  Gültekin Oransay, batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar, Küğ Yayını:4 Ankara 1965, s.39

Belge 100 b Gültekin Oransay, batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar, Küğ Yayını:4 Ankara 1965, s.40

Belge 100 c Gültekin Oransay, batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar, Küğ Yayını:4 Ankara 1965, s.41

Belge 100 d Gültekin Oransay, batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar, Küğ Yayını:4 Ankara 1965, s.42

Belge 100 e  Gültekin Oransay, batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar, Küğ Yayını:4 Ankara 1965, s.43

1 b) 1969’da yayınladığı kitabındaki Ahmed Adnan Saygun biyografisi:

Belge 101  Gültekin Oransay, Çağdaş Seslendiricilerimiz ve Küğ Yazarlarımız, s. 149-50 (A.A.Saygun biyografisi)

1965’te yayınladığı kitapta 4,5 sayfa boyunca,  yaşamı, öğrenimi, aldığı yurt içi-yurt dışı ödüller ve o tarihe kadar bestelediği eserleri üzerinde ayrıntılı bilgiler verip  “1 Nisan 1947 Salı akşamı Paris’in Pleyel salonunda Yunus Emre oratoryosunun seslendirilmesiyle dünya çapındaki ününün ilk adımını atmış oldu. Aynı yıl International Folk Music Council’in yönetim kuruluna üye seçildi.1948’de İnönü armağanı’nı,1949’da Palmes Académique nişanını aldı. (…) Yunus Emre oratoryosu’nun Leopold Stokowski yönetiminde New York’ta seslendirildiğini gördü, orada bağdalarının yayın hakkını Southern Music Pulishing yayıevine sattı, 1958’de İtalya’nın Stella della  Soliderieta nişanının birinci aşamasını, aynı yıl Harriet Cohen Internatıonal Music Award’ın Jean Sibelius bağdama madalyasını aldı.  Bugün Devlet Konservatuvarı  öğretmenliği ve bağdama  bölümü şefliği, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği ve öteki görevlerinden arta kalan vakıtlarını bağdama ve yerel küğlerimizi incelemeye ayıran Ahmed Adnan Saygun düşünür ve yazar olarak da tanınmaktadır.” diyerek övgüyle söz ettiği Saygun, 4 yıl sonra ne olmuş da hakkında bir paragraflık bilgiyle yetinilen ve o bir paragraf boyunca da “Orkestra yönetimine teknik hazırlığı olmadığı, üstelik aşırı sinirli ve sert çıkışlı bir insan olduğu için önce CSO yönetkenliğininden (şefliğinden) ardından da MMM’deki öğretmenlik görevinden uzaklaştırılıp geçimini CHP Halkevleri Bürosunda çalışarak sağlayan, bir koro kurup çalıştırmaya savaşan fakat onda da başarılı olamadığı için tez günde bırakmak zorunda kalan” bir insan haline gelmiş? 1965’te yayınlanan kitapta CHP Halkevleriyle ilişkisi “ Cumhuriyet Halk Partisinin müzik danışmanı ve Halkevleri Müfettişi” olarak belirtilmiyor muydu? Dört yıl sonraki kitapta neden “geçimini Halkevleri Bürosunda çalışarak sağlamaya çalışan bir insana dönüşmüş? “Bu kötü huylu, beceriksiz adamın”  hiç eseri falan yok mu?

SORUYORUM SİZE MÜZİKSEVERLER! TÜRKİYE’NİN O DÖNEMLERDE YETİŞTİRDİĞİ EN BÜYÜK BESTECİ OLAN AHMED ADNAN SAYGUN BU MU?  DÖRT YIL İÇİNDE NE YAŞANMIŞ DA ÜNLÜ “KÜĞBİLİMCİMİZİN” 1965’TE YAZDIĞI KİTAPTA 4.5 SAYFA BOYUNCA BAŞARILARI VE ESERLERİ ANLATILAN SAYGUN, 1969’DA YAZDIĞI KİTAPTA SADECE KARALAMADAN OLUŞAN BİR PARAGRAFA SIĞDIRILIVERMİŞ?

(Necil Kazım Akses konusunda yazdığı yazıları da paylaştıktan sonra nedenini belgesiyle açıklayacağım ve ünlü “küğbilimcimizin” nasıl bir “bilim insanı” olduğunu siz de göreceksiniz.)

2 a) 1965’te yayınladığı kitabındaki Necil Kazım Akses biyoğrafisi:

Belge 102 a  Gültekin Oransay, batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar, Küğ Yayını:4 Ankara 1965, s.44

Belge 102 b  Gültekin Oransay, batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar, Küğ Yayını:4 Ankara 1965, s.45

Belge 102 c  Gültekin Oransay, batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar, Küğ Yayını:4 Ankara 1965, s.46

Belge 102 d Gültekin Oransay, batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar, Küğ Yayını:4 Ankara 1965, s.47

2 b)  1969’da yayınladığı kitabındaki Necil Kazım Akses biyografisi:

Belge 103  Gültekin Oransay, Çağdaş Seslendiricilerimiz ve Küğ Yazarlarımız, s. 149-50 (A.A.Saygun biyografisi)

Öğrenebildiniz mi, kimmiş iki küçük cümleye sığdırdığı Necil Kazım Akses?  Cümlenin yarısı bir sayfada öbür yarısı ardındaki sayfada olduğu için rahat okunmuyor. Aşağıya yeniden yazayım da rahat okunsun:

“Akses, Necil [Kâzım]  (1908-      ) Türk bağdar [bk. ORANSAY 44-47]. Gençliğinde viyolonsele çalışmış, fakat dinletecek aşamaya getirememiştir. Birçok resimlerde (örneğin RADYO 11.9 ve 38.15) piyano çalıyormuş gibi poz vermiş ise de piyanoda teksesli bir ezgiyi bile çalamamaktadır.”

“Oransay’ın eşi benzeri bulunmaz bir müzikbilimci olduğu” görüşüne yürekten katılıyorum. Çünkü değil yalnızca Türkiye, bütün ülkeleri tek tek tarasanız, bir besteciyi yaptıklarıyla değil de (sözde) yapamadıklarıyla tanıtmaya kalkışacak bir müzikbilimci daha bulamazsınız.

1965’te yayınladığı kitapta 3.5 sayfa boyunca,  yaşamı, öğrenimi, aldığı yurt içi-yurt dışı ödüller ve o tarihe kadar bestelediği eserleri üzerinde ayrıntılı bilgiler verip  ) “…Ankara Musiki Muallim Mektebi’nde öğretmenliğe başladı, müdür yardımcılığı da yaptı. (…) 1948’de kurumun müdürü oldu. 1949’da önce Bern’e, sonra Bonn’a Kültür Ateşesi ve öğrenci müfettişi, 1958’de Ankara Devlet Operası’na Genel Müdür atandı. (…) 1 Aralık 1957 günü Federal Alman Cumhuriyeti’nin birinci sınıftan hizmet nişanını, 27 Aralık 1963 günü İtalyan Cumhuriyetinin hizmet nişanının Cavaliere Ufficiale rütbesini aldı.” diyerek övgüyle söz ettiği Akses, 4 yıl sonra ne olmuş da hakkında iki cümlelik bilgiyle yetinilen ve o iki cümlede de “neyi yaptığı” değil (sözde) “neyi yapamadığı” anlatılan bir besteci haline gelmiş?

Neden mi? Oransay’ın yazdıklarını biraz inceleyince bu garabetin nedeni çok iyi anlaşılıyor. İşte Oransay’ın kendi kaleminden nedeni: (Doğumunun 50. Yıldönümünde kendi kaleminden: GÜLTEKİN ORANASAY, EÜ GSF Musiki Bölümü Yayınları Küğsel Yapraklar Dizisi, s. 2)

“1965 kasımı Ankara Devlet Konservatuvarı müdürlüğüyle balet tarihi öğretmenliğine getirildim. Konservatuvarı yeniden örgütlemek , eğitim ve öğretimi daha yüksek bir düzeye çıkarmak için girişimlerim arası çok geçmeden yaşça büyüğüm  olan öğreticilerin ve yöneticilerin hoşnutsuzluğuyla karşılanınca aralarında yedi müdüryardımcısı bulunan işeyaramazları görevlerinden uzaklaştırdım. Fakat balet eğitiminin yozlaşmasına yolaçmış, konservatuvarı çiftlik gibi kullanmaya koyulmuş olan Travis Kemp ile eşinin sözleşmelerini 1965 akçasal yılı (sanırım mali yıl demek istiyor) başında yinelemeyişim Saygun’un ve bu konuda onunla işbirliği yapan Akses’in ‘ağırlıklarını’ koymalarına neden oldu, Dame Ninette de Valois’in desteği yeterli olmadı ve benim yazlık iznimi kullandığım sırada vekilim olan başyardımcıya sözleşme Kültür Müsteşarı Adnan Ötüken’ce imzalattırıldı. Türkiye’den toparladıkları tarihsel yontu ve eşyaları yurt dışına kaçırmakla sonraki yıllarda polisi ilgilendirmiş olan bu çift ile ilgili serüven beni görevimden soğutunca 1965 eylülü askerlik görevimi yapmaya başladım.”

“Müdürlük görevimden uzaklaştırıldım”  dememek için, “…ilgili serüven beni görevimden soğutunca 1965 eylülü askerlik görevimi yapmaya başladım.” diyor… Ama “satırarası okuma” yeteneğine sahip olan ve Oransay’ın yaşam öyküsünü bilen herkes, “askerlik” hikayesiyle geçiştirmeye çalıştığı şeyin ne olduğunu gayet iyi anlıyor: Konservatuvarı kafasına göre değiştirmeye kalkışıp kendisine karşı çıkan, aralarında yedisi müdür yardımcısı onca insanın işine son verince –ki bu denli toplu işten çıkarmaya “kıyım” denir– Saygun ve Akses duruma el koyup Konservatuvarı kurtarmış,  Oransay’a da askerlik yolu görünmüş…

Kendi kaleminden çıkan bu metinde ciddi bir tarih tutarsızlığı da var. Çünkü alıntı yaptığım bölümün  başında 1965 kasımı Ankara Devlet Konservatuvarı müdürlüğü ve balet tarihi öğretmenliğine getirildim” deyip iki cümle sonunda “… sözleşmelerini 1965 akçasal (mali) yılı başında yenilemeyişim” ve alıntı yaptığım bölümün sonunda da “…beni görevimden soğutunca 1965 eylülü askerlik görevimi yapmaya başladım” demiş olması (verdiği tarihler açısından) çelişiyor, zira  bu durumda 1965 kasımında başladığı müdürlük görevinden “1965 eylülünde ayrılıp askere gitme” gibi çelişik bir durum doğuyor. Oransay’ın fark etmediği bu çelişki bazı öğrencileri tarafından da pek fark edilmemiş olmalı ki, benim gördüğüm yazılarında Oransay’ın verdiği tarihler aynen tekrarlanıyor. Müdürlük görevini bir yıla yakın sürdürebildiği düşünülecek olursa, başlangıç ve bitiş tarihlerinin ya 1964-65  ya da 1965-66 arasında yaklaşık 10 aylık bir süre olması gerekiyor.

 Yukarıda alıntı yaptığım sayfanın orijinali: (Alıntı yaptığım bölüm kırmızı renkle işaretlenmiştir.)

Belge 96 b  Doğumunun 50. Yılında kendi kaleminden: GÜLTEKİN ORANSAY, EÜ GSF Musiki Bölümü. Küğsel Yapraklar.s.2.

Şimdi anladınız mı Saygun’la Akses’in 4 yıl sonra yayınladığı kitapta uğradığı karalamanın nedenini? 

Bir an için “Konservatuvarda yapmak istediği değişikliklerin gerçekten de yapılması gereken, kurumun hayrına değişiklikler olduğunu ve kendisine karşı koyanların da tıpkı yazdığı gibi ‘işe yaramazlar’ olduğunu, dolayısıyla Saygun ve Akses’in ağırlıklarını karşısındakilerden yana koyup görevden uzaklaştırılmasını sağlamakla yanlış bir iş yapmış olduklarını”  varsayalım. Dürüst bir bilim adamı kendisine karşı yanlış yapmış insanların biyografisini mi değiştirir? Biyografi görünüşü altında değersizleştirme numaraları  mı çeker? Bilim adamlığı bu mudur? 

1965’te yazdığı kitapta övgüyle bahsettiği iki önemli besteciyi, 4 yıl sonra yazdığı kitapta değersizleştirebilmek için başvurduğu karalamaların, Konservatuvar Müdürlüğününün bir yıl bile dolmadan sona ermesinden  Saygun ve Akses’i sorumlu tutmasından kaynaklandığını düşünüp  (bir bilim adamına hiç yakışmasa da,“öç alma” duygusu deyip) anlamaya çalışsak bile, “dedikodu” niteliğindeki bu (sözde) bilgilerin, bir insanın özgeçmişinde ne işi olabilir ki,  “Doğumunun 50. Yıldönümünde kendi kaleminden: GÜLTEKİN ORANSAY” başlıklı yazısına, meslek yaşamındaki tüm çekişmeleri, (sözleşmelerini yenilemediği Travis Kemp ile eşinin  Türkiye’den toparladıkları tarihsel yontu ve eşyaları yurt dışına kaçırmakla sonraki yıllarda polisi ilgilendirmiş” olduklarına varıncaya dek)  tek tek yazmış?  Ucuz gazetelerdeki dedikodu sayfalarını  andıran  ve Bölümdeki öğrencilere “bilimsel yayın” adı altında okutturulan bu sayfalar,  bir bilim adamının kendi kaleminden çıkmış özgeçmişi olabilir mi? Üstelik Travis Kemp ile eşinin “sözleşmelerini yenilemeyişiyle”  (kendi iddiasına göre) “sonraki yıllarda polisi ilgilendirmiş” olmalarının ne ilgisi olabilir ki, (belgesiz ortaya attığı) bu garip iddiaya  kendi özgeçmişinde bile yer vermiş? Yer vermiş çünkü, “sözleşmelerini yenilememekte ne kadar haklı olduğunu” göstermeye çalışıyor… İyi de, o zaman sormazlar mı adama, “Daha sonra tarihi eser kaçakçılığı suçlamasıyla polisi ilgilendireceklerini  (gelecekten haber alırcasına)  önceden bildiğin için mi sözleşmelerini yenilemedin” ya da “sözleşmelerini yenilemeyişin tamamen farklı nedenlerden kaynaklanıyorsa bunu buraya niçin yazdın?” diye… Ortaya bir belge de koymadan yazdığı için gerçekten “polisi ilgilendirmiş” olup olmadıklarını da bilmiyoruz ama ilgilendirmiş olduklarını varsaysak bile “polisi ilgilendirmiş” olmak suç kanıtı gibi sunulabilir mi?  Polis, “suç işlediğine” dair ihbar aldığı herkesle “ilgilenmek” zorundadır ve hatta o “ilgi” çerçevesinde gözaltına da alabilir, ama bu tip uygulamalar, o kişinin ihbar edilen suçu işlemiş olduğuna kanıt gösterilebilir mi? Oransay, yıllarca sonra yazdığı özgeçmişinde bile,  bunu bir kanıtmış gibi göstermeye çalışıyor… O zaman gelmez mi insanın aklına  “o ihbarı da, yapacağı suçlamalara kanıt oluşturabilmek için kendisi mi yaptı acaba” diye…

İş başvurularında “özgeçmiş” istenmesi, ilgili kişi hakkında önbilgi edinme gereksinmesinden kaynaklanır.  Çünkü özgeçmişteki en küçük bir kelime ve hatta bir noktalama işareti bile, o kişi ve karakteri hakkında çok önemli ipuçları verir. Alın size bir bilim adamının “kendi kaleminden” özgeçmişi… Benim buraya kadar tek tek belgelerini sunarak yapmaya çalıştığım 283 sayfayı bulan açıklamaların hiç birine gerek yok. Çünkü, kim olduğunu, nasıl bir karakter yapısı ve ruh haline sahip olduğunu kendi özgeçmişinde “kendi kaleminden” kendisi ortaya koyuyor zaten…

Oransay’ın özgeçmişini aynı başlıkla Orkestra Dergisinin 200. sayısına da taşıyan  fakat Oransay’ın cümlelerinde bazı değişiklikler yaparak, örneğin Oransay, “Kompozisyon Bölümü Yüksek Devresini bitirdiğine” dair hiçbir şey yazmamış olduğu halde (yıl da belirterek) “1954’te bitirdiğini” belirten,  Oransay yalnızca, Münih Üniversitesi Felsefe Fakültesinden “1962 yılında felsefe doktoru sanını aldığını” yazdığı halde,  “pekiyi dereceyle felsefe doktoru sanını aldı” ilavesini yapan öğrencisi  Doç. Dr. Necati Gedikli, (bir özgeçmişte yukarıdaki türden gariplikler bulunmaması gerektiğini düşünmüş olmalı ki)  Oransay’ın özgeçmişine bir tür sansür uygulayıp yukarıya aynen aldığım dedikodu bölümlerini çıkarmış… “kendi kaleminden prof.dr. gültekin oransay” başlığı vererek yayınladığı bir yazıda kendi kafasına göre ilaveler ya da eksiltmeler yapmış olması da, yetiştirdiği öğrencinin bilimsel etik anlayışını gösteriyor…

Oransay’ın özgeçmişindeki gariplikleri bir yana bırakıp yeniden Saygun ve Akses hakkındaki yazılarına dönecek olursak, o yazılarda çok daha vahim başka özellikler de bulunmaktadır. Örneğin  1969 yılında yayınladığı kitapta, Saygun hakkında yazdığı akıl almaz karalamaların hemen altında  GÜNEL 60-62; NEBİOĞLU 541-542 ‘ye atıfta bulunup aynı kitabın 6 ile 8. sayfaları arasında yer alan “Kısaltılar” bölümünde de  GÜNEL kısaltısını, “Sadi Günel: Sanatkârlar Dünyası (Ankara 1954)”; NEBİOĞLU kısaltısını ise, “Türkiye’de Kim Kimdir: Yaşayan Tanınmış Kimseler Ansiklopedisi. Dr. Osman NEBİOĞLU (İstanbul 1961-62)” olarak açıklamış. Böylece, Saygun hakkında yazdığı olumsuz şeylerin bu kitaplardan alındığı veya bu kitaplarda da bulunduğu algısı oluşturuyor…  Anılan kitapların belirtilmiş sayfalarını aşağıya aynen alıyorum. Bakın bakalım Saygun’a övgüyle dolu o sayfalarda Oransay’ın yaptığı karalamalara atıf yapabileceği tek bir kelime var mı?

1 – Sadi GÜNEL,  Sanatkarlar Dünyası s. 60-62

Belge 104 a   Sadi Günel, Sanatkarlar Dünyası, İstanbul 1954,  s. 60

Belge 104 b  Sadi Günel, Sanatkarlar Dünyası, İstanbul 1954,  s. 61

Belge 104 c  Sadi Günel, Sanatkarlar Dünyası, İstanbul 1954,  s. 62

2 – Dr. Osman NEBİOĞLU , Türkiye’de Kim Kimdir: Yaşayan Tanınmış Kimseler Ansiklopedisi, s. 541-42

Belge 105 a Dr.Osman Nebioğlu, Türkiye’de Kim Kimdir? İstanbul 1961-62 s.541

Belge 105 b   Dr.Osman Nebioğlu, Türkiye’de Kim Kimdir? İstanbul 1961-62 s.542

Oransay’ın atıfta bulunarak kaynak gösterdiği yukarıdaki biyografilerde, 1969 yılında yayınladığı kitaptaki karalamalarına kaynak olabilecek tek kelime bulabildiniz mi? Tabi ki hayır. Öyleyse neden atıfta bulunup kaynak gösteriyor? İçinden direk ya da dolaylı alıntı yapılmamış veya kullandığı metni destekleyecek herhangi bir yönü bulunmayan eserlerlere atıfta bulunup kaynak göstermek, (bilimsel etik kuralları açısından) ortaya atılan fikrin  daha inandırıcı olması için başkalarınca da yazılıp çizilmiş olduğu algısı yaratmaya yönelik bir “aldatmaca” değil midir?

Oransay, 1969’da yayınlanan kitabında,  her iki besteci hakkında  1965’te yayınlanan kitabındaki sayfalara da atıfta bulunuyor.  Dolayısıyla  “1965’de yayınlanan kitabında her iki besteci için yeterince ayrıntılı bilgi vermiş olduğu için 1969’daki kitapta aynı bilgileri tekrar etmeye gerek duymamıştır”  denilebilir. Nitekim benzer uygulamayı öteki besteciler için de yapıp örneğin ilk kitabında yaklaşık dört sayfa ayırdığı Bülent Arel için ikinci kitabında “Türk bağdar,piyanoçalar, koro ve orkestra yönetkeni” deyip ilk kitaptaki sayfalara atıfta bulunmakla yetinmiş, aynı şekilde ilk kitabında yaklaşık 4 sayfa ayırdığı İlhan Usmanbaş için de yalnızca “Türk bağdar” deyip ilk kitaptaki bilgilere atıfta bulunmakla yetinmiş ama “ORANSAY 63-67’deki bağdalar kütüğüne eklenecek yeni yaratmaları” diyerek, ilk kitabın yayınından sonra bestelediği eserlerle ilgili olarak bir buçuk sayfa süren ek eser listesi vermiş. İlgili bestecilerin ilk kitaptan sonra yazdığı eserlere bu şekilde yer verdiğine göre –ki vermemesi ikinci kitap açısından önemli bir “eksiklik” olurdu-  aynı şeyi Saygun ve Akses için neden yapmamış? Bu besteciler 1965’ten 1969’a kadar geçen süre içinde yeni bir eser yazmamışlar mı? Örneğin Saygun’un ilk kitaptan sonra yazdığı Op.41 On Türkü (1968), Op.42 Obua,Klarinet, Arp için Trio (1966?), Op.483. Yaylı Çalgılar Kuarteti (1966), Op. 44 Keman Konçertosu (1967), Op.45 Aksak Tartılar Üzerine 12 Prelüd (1967), Op.46 Üflemeli Çalgılar İçin Kentet (1968) gibi eserleri ve Musiki Temel Bilgisi (Musiki Nazariyatı), Kitap  IV (1966), Toplu Solfej, Kitap I (1967) ve Toplu Solfej, Kitap II ( 1968)  gibi kitapları ne olacak? Ahmed Adnan Saygun’u Oransay’ın 1969’da yazdığı kitaptan öğrenmek talihsizliğine düşenler “o geçimsiz ve yeteneksiz insanın” 1965’ten ne önce ne de sonra “tembellik” edip hiçbir şey yazmamış olduğunu mu düşünecek?

İnsanların bir başka insana/insanlara kırılması, küsmesi, öfkelenmesi ve hatta kin duyması bile (olumsuz da olsa ) insani duygular olduğu için anlayışla karşılanabilir ama, bu tür duygular, görev alanına ya da bilim alanına yansıtıldığı zaman etik değerlere “ihanet” demektir.  Nasıl bir hekim ya da yargıç, karşısına gelen insan kim olursa olsun (ve hatta günlük yaşamında düşmanı bile olsa) tarafsız davranıp kişisel duygularından arınarak işlem yapmak zorundaysa, bir bilim insanı da (gerçek bilim insanıysa) bilimsel çalışmalarında tarafsız olmak zorundadır. Oransay’ın 1969 yılında yayınlanan “Çağdaş Seslendiricilerimiz ve Küğ Yazarlarımız” başlıklı kitabı dikkatle incelendiğinde, Saygun ve Akses’i “değersizleştirebilmek” için karalama cümleleriyle de yetinmeyip  çok “basit” başka numaralara da başvurmuş olduğu görülmektedir. Örneğin anılan kitabın 197. sayfasından 221. sayfasına kadar olan  24 sayfa boyunca kitapta geçen büyük küçük onca  bestecinin, sanatçının, müzik yazarının fotoğrafı var ama Saygun ve Akses (çok önemsiz besteciler oldukları için olsa gerek) unutuluvermiş…   “Siz misiniz benim Konservatuvar müdürlüğünden uzaklaştırılmama  sebep olanlar, ben de sizin fotoğraflarınızı koymuyorum, oh olsun!” der gibi…

Saygun ve Akses’i yok görme/gösterme yaklaşımı, Oransay’ın 1965’ten sonra yayınladığı öteki kitaplarında da dikkat çekiyor. Örneğin 1967’de yayınladığı “Konçerto Kılavuzu” başlıklı kitabında, Türk bestecileri Ferid Alnar’ın Viyolonsel Konçertosu, Ulvi Cemal Erkin’in Piyano Konçertosu ve Keman Konçertosu, Cemal Reşit Rey’in Piyano Konçertosu ve Kemal İlerici’nin Viyolonsel için Efe Kaprisi’ni almış olmasına rağmen Saygun’un (1965’teki kitabında ayrıntılı bilgi verdiği) Op.34  1. Piyano Konçrtosu’na (1957-58) yer vermemiş olması gibi… Ancak “Yüzdoksandokuz ünlü konçerto” alt başlığını taşıyan bu kitapta Saygun’un Piyano Konçertosunu örneğin Kemal İlerici’nin Efe Kaprisi kadar ünlü bulmayıp almamış olması bir derleyici olarak kendi tercihidir ve saygı duyulur. Hoş olmayan şey, Saygun’u almaması, Konçertosundan bahsetmemesi değil, 1969’da yayınlanan kitabında (ilk kitabından sonra yazdığı eserlerinden bile bahsetmeksizin) yalnızca karalamak amacıyla almış olmasıdır.

Ülkemizde nota basımevi bulunmadığı ve  Aprupa’da, Amerika’da yüzlerce yıldan beri kullanılan nota basım yöntemlerinin hiç biri bilinmediği için, büyük çaptaki onca eseri el yazması partiturlardan seslendirilen Saygun, o tür partiturlarla uluslararası alanda yer alabilmenin olanaksız denecek ölçüde zor olacağını bildiği ve karşı taraftan da gerekli ilgiyi gördüğü için eserlerinin yayın hakkını Southern Music Publishing yayınevine vermişti. 1965’de yayınladığı kitapta bu durumdan övgüyle bahsedip “Yunus Emre oratoryosu’nun Leopold Stokowski yönetiminde New York’ta seslendirildiğini gördü, orada bağdalarının yayın hakkını Southern Music Pulishing yayıevine sattı” diyen Oransay’ın,  yıllar sonra EÜ GSF Musiki Bölümündeki öğrencilerine Saygun’un zorunluluktan yaptığı ve herkese de nasip olmayan bu başarısını, “eserlerinin her seslendirilmesinde yurt dışına para ödemek zorunda kalıyoruz” diyerek “soygun” olarak nitelemesi ve Adnan SAYGUN’un ismini de şakaya getirip “Adnan SOYGUN” olarak telaffuz etmesi, kindarlıkta sınır tanımayışının ibretlik örnekleriydi… Böyle bir ruh haline sahip olmak ise bir bilim adamının başına gelebilecek en büyük talihsizlik olup kitaplarında verdiği bilgilerin güvenilirliğine gölge düşürmektedir.

Necil Kazım Akses için yazdığı  “Gençliğinde viyolonsele çalışmış, fakat dinletecek aşamaya getirememiştir. Birçok resimlerde (örneğin RADYO 11.9 ve 38.15) piyano çalıyormuş gibi poz vermiş ise de piyanoda teksesli bir ezgiyi bile çalamamaktadır.” karalaması ise tam bir “zeka” örneği. Bu karalamayı okuyanlar “Vay be! Demek koskoca besteci viyolonseli dinletebilecek aşamaya getirememiş ha! Viyolonsel çalamayan adama besteci mi denir!” diyecek öyle mi?  Daha önce de bir kaç kez ifade ettiğim üzere, Oransay gerçekten çok zeki bir insandı ama kendinden başka herkesin “salak” olabileceğini düşünmek gibi bir zaafı vardı… Ha birde şu “piyanoda teksesli bir ezgiyi bile çalamama” olayı var… Ama bu pek de yanlış sayılmaz: Necil Kazım Akses çoksesli müzik bestecisi olduğu için  piyanoda teksesli ezgi çalmayı hiç denememiş olabilir… Ancak, Kompozisyon Bölümü Yüksek Devresinden mezun olan öğrenciler, partitur çalma, şifreli bas çalma, doğaçlama eşlik yapma vb. bir yığın sınavdan geçerek mezun olabildikleri için, (solistik düzeyde olmasa bile) piyanodan biraz (!) anlarlar…  Ve hatta Kompozisyon Bölümünün Orta Devresini bitirmekle kalmayıp Yüksek Devresini de bitirebilmiş olsaydı Oransay da anlardı…

“Bilim insanı” kavramıyla bağdaştırılabilmesi ve aynı zamanda inanılması da güç olan bu “karalama” girişiminin ders çıkarılması gereken bir diğer yanı da, Saygun ve Akses’in, Oransay’a cevap verme gereği bile duymaksızın kendi hizmet kervanlarındaki yürüyüşlerini sürdürmüş olmalarıdır…

2.2 – Atatürk’ün Türk müziğine ilişkin bir sözünü, yazdığı kitaplarda birbirinin tam tersi sayılabilecek iki ayrı  biçimde vermesi

Oransay, müzikoloji çalışmalarını Türk müziği üzerine yoğunlaştırmış ve Atatürk’ün müzik  görüşleri üzerine de iki ayrı kitap yazmış bir insandır. Dolayısıyla müzik politikalarımız açısından “sinir ucu” hassaslığında olan konuları çok iyi bilip özellikle o tür hassas konularda çok daha dikkatli ve özenli davranmış olması beklenirdi.

Atatürk’ün genelde müziğe, özelde ise Türk müziğine ilişkin görüş ve önerileri özellikle Cumhuriyetin ilk seksen yılındaki müzik politikalarının belirlenmesinde çok önemli rol oynadığından, Atatürk’ün görüş ve önerilerinden söz edecek ve özellikle de onları yazıp yayınlayacak insanların, ikincil üçüncül kaynaklardaki bilgileri kullanma kolaycılığına kaçmadan mutlaka birincil kaynaklara ulaşma ve ulaştıkları bilgilerin doğruluk derecesini birincil kaynaklar üzerinden test etme yükümlülüğü vardır. Özellikle de “bilim insanı” olarak nitelenen insanlar, amatör pul koleksiyoncuları gibi davranıp rastgele kaynaklardan topladıkları (sözde) bilgileri kendi kitaplarına taşıyamazlar. Çünkü sahip oldukları unvanlardan dolayı,  onların söylediği yazdığı her şey (en azından her söylediğine her yazdığına inananlar tarafından) “doğru” kabul edildiğinden, yanlışlarla mücadele etmesi gereken insanlar,  yanlışların kaynağı haline geliverirler.  

Örneğin Gültekin Oransay, Kasım 1965’te yayınladığı “Atatürk ve Küğ“ başlıklı kitabının 15. sayfasında,  Atatürk’ün 1 Kasım 1934’te TBMM’nin IV.  Dönem 4.Toplanma Yılını Açış Konuşmasından bahisle, “Büyük Millet Meclisi’nin IV. Dönem 4. Toplanma yılını 1 Kasım 1934 günü açan söylevinde Türkiye’nin küğ durumuna şu sözlerle değindi” dedikten sonra Atatürk tarafından söylendiğini belirttiği aşağıdaki metni veriyor:

“Arkadaşlar!

Güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi biliyorum. Bu yapılmaktadır. Ancak bana kalırsa bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan, Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün acuna dinletilmeye yeltenilen musiki bizim değildir. Onun için o, yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır.(…)”

Metninin altında da, “Kaynak: 1945 ALTAR 4 (Atatürk’ün elyazısı ile) “ notu var. (Belge 106)

Belge 106  Gültekin Oransay, Atatürk ve Küğ, Ankara 1965, s.15

Kitabında paylaştığı metne kaynak olarak gösterdiği 1945 ALTAR 4 kısaltısının açılımını ise aynı kitabın 30 ile 31, sayfalarında yer alan “Kaynakça” bölümünde,ALTAR Cevad Memduh Altar, Yeni Türk Müziğine Doğru, Radyo (Dergisi) 4. Cilt, 37. Sayı (1.1.1945) 4. sayfa olarak vermiş.

Peki şimdi soruyorum: Atatürk tarafından TBMM’de yapılmış bir konuşmanın birincil kaynağı, o konuşmadan 11 yıl sonra herhangi bir dergide bir başkası tarafından yazılmış bir yazı ya da paylaşılmış bir fotoğraf mı, yoksa TBMM Zabıt Cerideleri mi olmalıydı? Elbette Zabıt Cerideleri olmalıydı ve bakın bakalım 1 Kasım 1934 tarihli TBMM Zabıt Ceridesindeki orijinal metinde Atatürk ne demiş?

    Belge 107 a   1 Kasım 1934 TBMM Zabıt Ceridesi kapak

Belge 107 b  1 Kasım 1934 TBMM Zabıt Ceridesi 4. sayfa. (Türk müziğiyle ilgili bölüm: soldan 3.,4. ve 5 paragraflardadır!)

Ne demiş Atatürk anılan konuşmasında: “Bugün dinletmeye yeltenilen musiki yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır.”

Oransay nasıl veriyor ikincil kaynaklardan derlediği bilgilere (!) bakarak: “Bugün acuna dinletilmeye yeltenilen musiki bizim değildir.”…

Atatürk’ün konuşmasında geçen “yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır”  ifadesi, yalnızca bir “durum saptaması” niteliğinde olup hemen ardından gelen cümlelerde de “Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal; ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları, bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak; bu güzeyde, türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.” demek suretiyle “yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır” dediği Türk musikisini geliştirmek için neler yapılması gerektiğini belirtiyor. Oysa Oransay’ın kitabına taşıdığı yanlış metin, söz konusu müziğin bizim olmadığını söylüyor…

Birbirinden dağlar kadar farklı bu iki cümlenin birinde, müzik kültürümüze yönelik bir eleştiri ve geliştirilmesine yönelik öneriler, ötekinde ise “bizim değildir” deyip reddedilmesi söz konusu…   

Bir bilim insanı, (ne kadar “çarpıcı”, ne kadar ”ilgi çekici” görünürse görünsün) duyduğu ya da gördüğü şeyleri,  (doğruluğunu birincil kaynaklar üzerinde test etmeksizin) “mal bulmuş mağribi”  aceleciğiyle sayfasına taşıyamaz! O yanlış bilginin altında kaynak verip bir başka kaynağa atıfta bulunmuş olmak, kişiyi sorumluluktan kurtarmaz, çünkü bilim adamı yanlış bilgileri paylaşarak “yaygınlaştırmakla” değil “düzeltmekle” yükümlüdür. 

Herkes için geçerli olan bu genel kuralları söylerken bilim insanlarının da yanılabileceği, hata yapabileceği ve aslında bilimsel gelişmenin, hiçbir zaman sonu gelmeyecek olan yanılgılardan çıkarılan derslerle sağlandığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerek. Nitekim paylaştığı metindeki hatayı Oransay’ın da fark ettiği ve 19 yıl sonra Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisinde yayınlanan “Çoksesli Musiki” başlıklı yazısında aşağıdaki doğru metni verdiğini görüyoruz. (Belge 108)

Belge 108  ORANSAY, 1984: Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, S.48, s.1520

Gerçi 19 yıl sonra gelen böyle bir düzeltmede, daha önceki yanlış metne atıfta bulunup (özür dileme biçiminde olmasa bile) küçük bir açıklama yapmak ve daha önceki metnin yanlış olduğunu altını çizerek belirtmek iyi olurdu ama, yeni metin bir ansiklopedi makalesinde paylaşıldığı için orada böyle bir düzeltmeye gitmek uygun görülmemiş olabilir ve saygıyla karşılamak gerekir. Önemli olan yanlışın düzeltilmiş olmasıdır ve bu düzeltme Oransay’ın Zabıt Ceridelerini incelemiş olduğunu düşündürüyor d i y e c e k k e n…… BİR DE BAKIYORSUNUZ  BİR YIL SONRA 1985’TE YAYINLADIĞI ATATÜRK İLE KÜĞ BAŞLIKLI İKİNCİ KİTAPTA TEKRAR YANLIŞ OLAN ESKİ METNE DÖNÜP “BUGÜN ACUNA DİNLETİLMEYE YELTENİLEN MUSİKİ BİZİM DEĞİLDİR” DEYİVERMİŞ… HEM DE HER HANGİ BİR KAYNAĞA ATIFTA BULUNMA GEREĞİ BİLE DUYMADAN… (YANİ O KADAR EMİN!)

Belge 109    Gültekin Oransay, Atatürk İle Küğ, İzmir 1985, s. 26

1965’te yayınladığı Atatürk ve Küğ kitabında: Bugün acuna dinletilmeye yeltenilen musiki bizim değildir.

19 yıl sonra (1984’te) Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’ne yazdığı makalede : “Bugün dinletmeye yeltenilen musiki yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır.”

Bir yıl sonra (1985’te) yayınladığı Atatürk ile Küğ başlıklı kitapta: Bugün acuna dinletilmeye yeltenilen musiki bizim değildir.

Aynı bilim adamı, “bizim mi, değil mi” bir türlü karar verememiş olmalı ki, bir yıl arayla yine değiştirmiş d i y e c e k k e n…… BİR DE BAKIYORSUNUZ  AYNI KİTABININ 120. SAYFASINDA YENİDEN “BUGÜN DİNLETMEYE YELTENİLEN MUSİKİ YÜZ AĞARTICI DEĞERDE OLMAKTAN UZAKTIR”  deyivermiş…

Hayır hayır yanlış anlamadınız! Aynen anladığınız gibi olmuş: 1985’te yayınladığı “Atatürk ile Küğ” başlıklı kitabın 26. sayfasında: “Bugün acuna dinletilmeye yeltenilen musiki bizim değildir”,  120. sayfasında ise: “Bugün dinletmeye yeltenilen musiki yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır” diyor… (“acun” da gitmiş…)  NASIL  AMA? Şaka gibi değil mi? Türkiyenin yetiştirdiği “ilk ve en büyük” müzikologdan ATATÜRK ÇEŞİTLEMELERİ… (… ama yine de iyi niyetli düşünmek gerekir. Belki aynı kitabın 26. sayfasından 120. sayfasına gelinceye kadar Zabıt Ceridelerine bakmayı bir kez olsun akıl edip doğru metni son anda bulmuş olabilir. Aklınıza, “o zaman geriye dönüp 26. sayfayı da düzeltmesi gerekmez miydi?” türünden fesat sorular gelse bile, dilinizi ısırıp sakın sormayın!  “Hain”, “iç mihrak”, “maşa” tabirlerinin havada uçtuğu facebook sayfalarında hakaret yağmuruna tutulur neye uğradığınızı şaşırırsınız.

Ama insan ne kadar tehlikeli (!) olursa olsun  sormadan edemiyor:  Oransay hakkında en küçük bir şey söyleyeni hakaret yağmuruna tutan “küğbilimcilerimiz”, kimseye toz kondurtmadıkları hocalarının kitaplarını hiç mi okumuyorlar,  okuyup da bu fahiş hataları mı göremiyorlar, yoksa gördükleri halde “büyüklerin hikmetinden sual olunmaz” deyip görmezden mi geliyorlar?

Aynı kitabın 26. ve 120. sayfalarını alt alta vereyim de, “Türkiye’nin yetiştirdiği ilk ve en büyük müzikolog(Pardon! “küğbilimci”), “Türkiye’de müzikolojinin kurucusu” vb. yüceltmelerle göklere çıkarılmaya çalışılan küğbilimcideki   “bilimsel tutarlılığın” (!) düzeyi görülsün:

ORANSAY,  ATAÜRK İLE KÜĞ 1985 , s.26

 Belge 110 a   Gültekin Oransay, Atatürk İle Küğ, İzmir 1985, s. 26                                                      

ORANSAY,  ATATÜRK İLE KÜĞ 1985 , s.120

Belge 110 b  Gültekin Oransay, Atatürk İle Küğ, İzmir 1985  s. 120

NOT: Ülkemizdeki müzik politikaları üzerinde önemli  rol oynamış olan bu sözle ilgili ayrıntılı açıklamalar ve belgeler için bkz: http://adnanatalay.com/wp-content/uploads/2017/11/Ataturkunsozu.pdf

2.3 – Bazı kitaplarında, yararlandığı kaynaklara bilimsel usullere uygun biçimde gerekli atıfları yapmamak ve kaynak göstermemek suretiyle, başkalarının fikir, veri, eser ve yayınlarını kısmen veya tamamen kendisine aitmiş gibi görünmesine neden olup  “intihal/Aşırma (Plagiarism)” hatasına düşmek

Oransay’ın en sık başvurduğum kitaplarından biri, içinde 240 seçkin bestecinin yaşam öyküsü ve eser listesi verilmiş olan 1977 İzmir basımlı “Bağdarlar Geçidi”, öteki ise 199 ünlü konçerto hakkında ayrıntılı bilgi verilmiş olan 1967 Ankara basımlı “Konçerto Kılavuzu” dur. Anılan konularda türkçe olarak yayınlanmış kitapların hepsinden açık ara daha kapsamlı ve ayrıntılı olan bu iki kitap, Oransay’ın müzik yaşamımıza sunduğu çok değerli armağanlardır. Nitekim Oransay da, Bağdarlar Geçidi başlıklı kitabının sunuşunda “Türkçe’mizde bundan önce yayınlanmış benzer 7 kitaba oranla en az 6 katı daha kapsamlı olan (bu kitap)” demek suretiyle söz konusu farklılığı ortaya koyarken kanımca tevazu bile göstermiş, çünkü  özellikle Bağdarlar Geçidi her yönüyle özel bir kitaptır. Türkçe yayınlar arasında kolay kolay ulaşılamayacak son derece ayrıntılı bilgiler içeren böyle bir kitabı değil sıfırdan başlayıp yazmak, Oransay’ın yazıp bitirdiği kitaba bakarak yeniden yazmaya çalışmak bile, çok büyük bir dikkat, emek ve zaman gerektirirdi.

Böylesine kapsamlı ve ayrıntılı kitaplar, hiçbir insanın kişisel bilgileriyle yazılamayacağı için, yüzyıllar boyunca kitaptan kitaba aktarılarak geliştirilmiş olan bilgilerden yararlanılır. Daha önce başkalarınca ulaşılmış bilgilerden yararlanıp onları kullanabilmenin temel koşulu ise, o bilgi ya da bilgilerin alındığı kaynağa/kaynaklara atıfta bulunup isteyen herkesin kolayca ulaşabileceği netlikte göstermekten geçer.

12. Yüzyıl Fransız bestecisi Léonin’den (1150-1201),  1947 doğumlu Avustralyalı besteci David Ahern’e (1947- 1988) kadar olan 8 yüzyıl boyunca yaşamış  240 bestecinin yaşam öyküsü ve eserleri hakkında çok ayrıntılı bilgi veren Oransay da, (8 yüzyıl boyunca o bestecilerle birlikte yaşamış olamayacağına göre) kitabında verdiği ayrıntılı bilgileri, bir takım kitaplardan almış olmalıdır ve bu da son derece doğal, hatta zorunludur, ama o bilgileri aldığı kaynak ya da kaynaklara net bir biçimde atıfta bulunmak koşuluyla… Oysa Oransay’ın her iki kitabında da (usulüne uygun yapılmış atıf bir yana) usulüne uygun biçimde düzenlenmiş kaynakça bile yok.  Bu da,  başkalarının kitaplarından derlediği bilgileri (o kitaplara atıfta bulunup derlediği yerleri net bir biçimde göstermeksizin) kendi bilgileriymiş gibi kullanması demektir ki, bilimsel etik kuralları açısından intihal/aşırma (Plagiarism) kabul edilir. Gerçi Bağdarlar Geçidi’nin 8.ile 10. sayfaları arasında “Bağdarlar Üzerine Türkçe Kitaplar” ve “Bağdarlar Üzerine Bilgi Veren Küğ Genbilikleri” başlıkları altında, bestecilerle ilgili olarak o tarihe kadar yayınlanmış Türkçe kitapların listesi verilmişse de, “konuyla ilgili başka yayınları” ya da “daha fazla bilgi için başvurulabilecek yayınları” gösteren bu tür kitap listeleri, o eserdeki alıntıları gösteren kaynakça yerine geçmez. Ayrıca, Bağdarlar Geçidi başlıklı kitabının sunuşunda “Türkçe’mizde bundan önce yayınlanmış benzer 7 kitaba oranla en az 6 katı daha kapsamlı olan (bu kitap)” dediğine göre, daha önce yayınlanmış 7 kitaba ilişkin isim listesi, onlara oranla “en az 6 katı daha kapsamlı olduğunu” belirttiği bir kitabın kaynakçası olamaz.  Kaldı ki, bilimsel etik kuralları açısından, yalnızca kaynakça verilmesi bile yeterli olmayıp hangi bilginin, o  kaynakçadaki hangi kitabın hangi sayfasından alındığının da usulüne uygun olarak gösterilmesi gerekirdi. Oysa Oransay’ın anılan kitaplarında ne atıf var ne de kaynakça…

Aynı şey Konçerto Kılavuzu (1967),  Musiki Tarihi II.Sınıf (Yaykur AYD 1976), Musiki Tarihi ve Stil Bilgisi  (Yaykur AYD 1977), Müzik Teorisi II (Armoni ve Kontrapunt) (Yaykur AYD 1977) gibi kitaplarında da var ve onlarda da “Konuyla ilgili Türkçe başka yayınlar” listesi vermekle yetinip usulüne uygun atıflar yapılan bir kaynakça verilmemiştir. Dolayısıyla anılan kitapların tamamı intihallarden oluşan kitap niteliğindedir.

Evet her kitabın kaynakçası elbette olmaz. Örneğin tamamen yazarın kurgusu olan bir romanda kaynakçadan söz edilemeyeceği ya da “dünyanın yuvarlak olduğu” gibi herkesçe bilinen bir bilgi için herhangi bir kaynağa atıfta bulunma gereği olmadığı gibi, Oransay’ın 1965’te yayınladığı “batı tekniğiyle yazan 60 türk bağdar” ve 1969’da yayınladığı  ““Çağdaş Seslendiricilerimiz ve Küğ Yazarlarımız” başlıklı kitaplarında da kaynakçaya gerek yoktur. Çünkü kullandığı bilgileri ilgili kişilerin kendisinden aldığı bellidir ama “Bağdarlar Geçidi” başlıklı kitabında büyük çoğunluğu yüzlerce yıl önce yaşamış onca yabancı besteci hakkında verdiği bilgileri o bestecilerin kendisinden almış olamayacağına ve (Oransay’ın da belirttiği üzere) ülkemizde daha önce yayınlanmış kaynakların hiç birinde bu kadar ayrıntılı bilgi bulunmadığına göre, yabancı dillerde yazılmış kaynaklardan çevirmiş demektir. Başka dilden çevrilen bilgileri kaynak göstermeden kullanmak da intihal suçu oluşturacağına göre, alındıkları kaynakların (isteyen başkasının da ulaşabileceği netlikte) gösterilmiş olması gerekmez miydi?

Oransay’ın, ana dili olan mükemmel almancası ve iyi düzeyde olduğu söylenen ingilizcesiyle yabancı kaynaklardan derleyip türkçeye çevirdiği bilgileri kaynak göstermeden yayınlamış olması, (ilgili kaynaklarda telif hakkı olanlar türkçe bilmediği için fark edilmeyip  “telif sorunu” yaratmamış  olsa bile) verdiği bilgiler hakkında “güven sorunu” yaratmaktadır. Örneğin Konçerto Kılavuzu’nun 106. sayfasında, Brahms’ın,  Dvorak  Op.104 Si minör  Viyolonsel Konçertosu ile ilgili olarak “Böyle bir viyolonsel konçertosunun yazılabileceğini niçin bilemedim, yarabbim?” dediğini yazıyor. Oransay,  bu sözü 1897 yılında vefat etmiş olan Brahms’ın  ya da 1904 yılında vefat etmiş olan Dvorak’ın kendilerinden duymuş olamayacağına göre, geriye üç olasılık kalıyor: Ya başka birilerinden duymuş, ya bir yerlerden okumuş ya da kendisi uydurmuş olmalıdır. Bir bilim insanından hiç beklenemeyecek birinci ve üçüncü olasılığı elediğimizde,  geriye “bir yerden okumuş olma” olasılığı kalıyor, ama nereden? Ben şimdi Brahms’la ilgili bir yazımda, tam bir alçak gönüllülük ve iyi niyet örneği olan bu sözü alıntı yapıp kullanmak istesem, nereyi kaynak göstereceğim?  Yaptığı alıntının kaynağını göstermeyen Oransay’ı mı?

İnternet sayfalarındaki nereden geldiği belli olmayan bilgilere (!) benzeyen bu kimliksiz bilgilerin bir bilim adamının yazdığı kitapta ne işi olabilir? Bunlar belli ki yabancı dildeki kitaplardan yapılmış çeviriler olduğuna göre, başkalarının kitaplarındaki bilgileri Türkçeye çevirip kaynağını belirtmeden kendine ait bilgilermiş gibi yayınlamak “Türkiye’de müzikolojinin kurucusu” gibi sözlerle övülen bir insan profiliyle uyuşuyor mu?

Herhangi bir Yüksek Lisans yada Doktora tezindeki bir cümlelik ya da paragraflık intihalin bile tezin iptalinden o tezle alınmış unvanın iptaline kadar varan etik suç sayıldığı bilim dünyasında,  kaynakçası olmadığı için baştan sona intihal durumuna düşen bu kitaplar nereye konulabilecektir? 

3 – Oransay’ın eleştiri üslubu

Oransay’ın eleştirilerinde, küçültücü cümleler, Almanların “reden wie ein Wasserfall” deyiminde dile getirildiği biçimde tıpkı şelale suları gibi (aralarına virgüller konularak) birbirini izlediği için, karşı taraf ya da taraftakiler, adeta makinalı tüfekle taranır gibi yaylım ateşine tutulmuş oluyor. Örneğin aşağıdaki bir paragraftan oluşan cümlesinin virgülle ayrılmış her yan cümlesinde (isim belirtmeksizin) bir başka hedefi ateş altına alıyor ve sayabileceği tüm hedefler bittikten sonra, “hedef almayı unuttuğu kişiler kalmış olabileceğini” düşünerek olsa gerek “ve daha bilmem kimlerin” diyerek, son bir süpürme harekatı yapıp kenarda köşede kalabilecekleri de nasiplendirmeyi ihmal etmiyor…

Belge 111  Gültekin Oransay, “küğ”, Orkestra Aylık Müzik Dergisi, Nisan 1990, S. 200, s.56 (Yazı, Küğ Dergisinin Aralık 1968 dokuzuncu sayısından alınmış.)

Yukarıdaki paragrafta (isim belirtilmeksizin) hedef alınan kişi ya da grupları alt alta yazarsak şöyle bir hedef kitle oluşuyor:

1 – Ana dizi “rast değil çargâhtır” diyenler.

2 – Okul armonisi ve batı çalgılarıyla soytarılaştırmış “eser” yazanlar/yapanlar

3 – Konservatuvarı “dolmaları kokutmadan saklamaya yarar teneke kutu sanıp da” sahneye çıkıp  konser verenler.

4 – Veteriner hekim, spor muhabiri, tıbbiyenin arka kapısından çıkanlar (“Hekimler” bile dememek için tıbbıyenin arka kapıdan çıkanlar diyor…),nota bilmeyen ticaret okulu mezunu olduğu ve dünyaya açılan bir tek penceresi olmadığı halde dünyanın müzik yaşamına lafla düzen vermeye çalışanlar,

5 – Falanca ileri ülkenin kaldırımlarını eskittikten sonra gittiği gibi eli ve kafası boş dönüp burada uzman kesilenler (Yine hedef belli değil ama  1969 da yayınladığı  Çağdaş Seslendiricilerimiz ve Küğ Yazarlarımız başlıklı kitabında yazdıklarından Adnan Saygun ve Necil Kazım Akses’i kastetmiş olabileceği akla geliyor)

6 – ve daha bilmem kimler. (Böylece kenarda köşede kalıp unutulmuş olabilecek kişiler de hedef tahtasına oturtulup süpürme harekatı başarıyla tamamlanmış oluyor…)

Peki şimdi lütfen düşününüz! Hedef belirtmeksizin açılan bu yaylım ateşinden nasiplenmeyecek bir Allah’ın kulu kalabilir mi? Karşılaşacağı tepkiler ve alabileceği cevapları savuşturmak amacıyla olsa gerek, hem hiç kimseye bir şey söylemeyip hem de herkesi zan altında bırakacak (kaçak güreşmeyi seven bazı siyasetçilerinkini andıran) böyle bir yaylım ateşi, bir bilim insanına yakışıyor mu? “Belki saymayı unuttuğum birileri kalmıştır” endişesiyle olsa gerek “ve bilmem kimlerin” diyerek saymadıklarını da ateş altına alan böyle bir yazı, sağlıklı bir ruh hali yansıtıyor mu? Bu öfke, bu kin kime ve neden?

Bir kültürün temsilcilerinde bu kusurların tümünün bulunduğunu ve Oransay’ın tüm eleştirilerinde “haklı” olduğunu varsaysak bile, yapıcı bir üslupla yol göstermek yerine, yerden yere vuran ve “narsistik kişilik bozukluğu” çağrışımı yaptıran bu tür bir eleştirinin, kırgınlık, kin ve nefret tohumu ekmekten başka ne işlevi olabilir? Nitekim “35. San’at Yılında Avni Anıl” başlıklı kitabında Avni Anıl, Oransay’ın (Sanat isimli gazetenin 15 Ocak 1972 tarihli sayısında yayınlandığını belirttiği) bir yazısını paylaşıyor. O yazının “Itrî bayraktarımdır benim:” cümlesiyle başlayan paragrafında  Oransay, (aşağıda sunduğum Belge 112’de de görüleceği üzere)  “Ayyıldızımın dalgalandığı her yerde, hele devlet eliyle kurulup yaşatılan dinleti evlerinde elbet yeri olacaktır. Ama bugün değil kamuoyu ile devlet ileri gelenleri, esnaf Itrî’yle Mıtrî’yle sapla samanı birbirinden ayırdedememekte henüz. Bu ortamda Itrî’ye açılan kapıdan Münir Nureddin Selçuk’un, onun ardından da Avni Anıl ve bayağılarının içeri süzüleceği, san’at tapınağındaki günlük kokusunun anoson kokusundan kaçacağı besbelli. Öyleyse beklemem gerek” diyor…

Münir Nureddin Selçuk ve Avni Anıl’ın besteci kimlikleri, eserlerinin sanat değeri, geniş toplum kesimlerindeki yerleri vb. tüm konuları bir yana bırakıp yalnızca yazı üslubu açısından bakıldığında, seversiniz ya da sevmezsiniz, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ve hatta yaptıkları müzikleri de belki “bayağı”  bulabilirsiniz ama, kişisel görüşünü bu üslupla açıklayıp “Itrî’ye açılan kapıdan Münir Nureddin Selçuk’un, onun ardından da Avni Anıl ve bayağılarının” demek suretiyle, yaptıkları müziğe de değil doğrudan kendilerine “bayağı” demek bir bilim insanı tarzı olabilir mi? Bu hakaret dilinden olumlu bir sonuç bekleyebilmek mümkün müdür? Böyle bir dili kullanan insan, söylediklerinde/yazdıklarında “haklı” bile olsa dinletebilir mi? Oransay, yukarıya aynen aldığım cümlesinin sonunda “Öyleyse beklemem gerek” diyor.  Bence o yazıda isabetli olan tek cümle bu. Çünkü böyle bir dil kullanan insanın, düşlediği ortama ulaşabilmesi için gerçekten çok beklemesi gerekir…

Belge 112 a    Avni Anıl, 35. San’at Yılında AVNİ ANIL, İstanbul 1979, s.130

“Rüzgar eken fırtına biçer” özdeyişinde dile getirildiği üzere Avni Anıl da anılan yazısının sonunda Oransay’a şu ifalelerle cevap veriyor:

Belge 112 b   Avni Anıl, 35. San’at Yılında AVNİ ANIL, İstanbul 1979, s.137

Aynen de öyle oluyor ve TRT Müzik Dairesi Başkanlığındaki görevi de tıpkı öteki görevleri gibi çok kısa sürüyor. Boş, bilgisiz, liyakat sahibi olmayan bir insan olduğu için mi? Elbette hayır. Oransay eşine az raslanır bir bilgi birikimine sahipti. Ama sorun (kanımca) gönlünde, kaleminde ve dilindeydi…

Oransay’ın tüm yazdıklarını daha 14 yaşımdan itibaren okumaya başlamış bir insan olarak, eleştirilerinde çok kez haklı olduğunu ve hatta yerleşmiş bazı öğretilerdeki yanlışları ortaya çıkaran eleştirileriyle önderlik yaptığını ama tüm bunları kırıcı ve küçümseyici bir üslupla yaptığı için ikna edici olamadığını düşünmüşümdür. Bir bilim insanının yazılarında bilgi, belge ve bilgelik bulunmalıdır. Bazı siyastçileri de gerilerde bırakan bu agresif dilin (tıpkı bulaşıcı bir virüs) gibi bazı öğrencilerine de sirayet etmiş olduğunu ve onların da klavyeyi mitralyöz olarak kullanıp etrafa sözcüklerden oluşma kurşunlar yağdırdığını görmek insanı çaresiz bırakıyor, çünkü bizler müzik eğitimi almış insanlarız, oysa karşı karşıya kaldığımız “üslup” daha çok ruh hekimlerinin ilgi alanına giriyor…

IV. BÖLÜM: ORANSAY’IN GÖREVDEN ALINMASIYLA İLGİLİ YAZILAR

Oransay’ın üniversiteden ve kamu görevinden uzaklaştırılmasıyla ilgili yazılar vefatından sonra yazılmaya başladı. Oysa Oransay, görevden uzaklaştırıldığı 14 Mart 1983 tarihinden vefat ettiği 20 Kasım 1989 tarihine kadar geçen yaklaşık 6 buçuk yıl boyunca bu konuda (bildiğimiz kadarıyla) hiçbir şey yazmadı. Nitekim Müzikolog Ersin Antep de  “Ölümünün 15.Yılında Öğretmen, İdareci, Araştırmacı, Bilimadamı Yönüyle Prof.Dr.Gültekin Oransay” başlıklı yazısında  “Öte yandan hakkında şaibeler var olan Oransay’ın en azından bu durumlarla ilgili bir yazı ya da yayın bırakmaması da işin bir diğer yüzü” diyerek Oransay’ın suskunluğuna dikkat çekmektedir. (http://www.muzikoloji.org/yazi/yazi_goster.aspx?Yazi_id=49)

Oransay gibi sözünü esirgemeyen ve karşısındakileri (kaba hakaret düzeyine hiçbir zaman varmamakla birlikte) en sert sekilde eleştirebilen bir bilim insanı ve müzik yazarı, kendisi için onur meselesi olan bu kadar önemli bir konuda niçin hiçbir şey yazmamış, kendisini niçin savunmamıştır? Savunmadı, savunamadı… Çünkü elimizde ne tür belgeler olduğunu biliyordu ve onların ortalığa saçılmasını istemedi. Biz de bu tutumunu saygıyla karşıladık ve görevden alındığı andan itibaren ne sağlığında ne de vefatından sonra tek bir belge ya da bilgiyi paylaşmayıp bilgi vermemiz için davet edildiğimiz hiçbir panel vb. toplantıya, görüşmeye olumlu cevap vermedik. (Müzikolog Sayın Ersin Antep başta olmak üzere bu konuda bizimle temas kuran herkes tutumumuzun tanığıdır.)

Oransay’ın bazı öğrencileri, hocalarının sağlığında sürdürdüğü sessizliğin nedenini anlayamamış ya da umursamamış olmalı ki, üniversiteden ve kamu görevinden uzaklaştırılmasına ilişkin ilk açıklamalar vefatından sonra yapılmaya başlandı ve bütün gerçekleri çarpıtan ilk açıklama (bizim görebildiğimiz kadarıyla) olayların yaşandığı sürede  EÜ GSF Musiki Bölümünde asistan olan Doç. Dr. Necati Gedikli’den geldi. Gedikli, Nisan 1990 tarihli Orkestra Aylık Müzik Dergisinin 200. Sayısında yayınlanan “kendi kaleminden prof.dr.gültekin oransay” başlıklı yazısında “12 eylül düzenlemesinin olağanüstü ortamından yararlanan birkaç fakülte öğretim üye ve yardımcısının 1981 mayısında başlattığı ve basından da yararlanarak yürüttüğü yoğun karalama girişiminde ağır suçlamalar karşısında görevini sürdürdü, silahlı kuvvetlere dil uzatmak suçlamasıyla gözetim altına alındıysa da takipsizlik kararıyla Sıkıyönetim mahkemesince salıverildiği gibi görevini kötüye kullanma ve kurduğu Ege Küğ Derneği’nde yolsuzluk yapıp dernekler yasasına aykırı işlem yürütme suçlamalarıyla açılan davalarda da aklandı ve bunun üzerine İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nca 1402 sayılı yasaya dayanılarak görevden alınıp kamu hizmetinden uzaklaştırıldı (14 Mart 1983)” diyerek geniş okuyucu kitlesine ulaşan ilk çarpıtmayı yaptı. (Belge 113)

Belge 113  Doç.Dr.Necati Gedikli, “kendi kaleminden prof.dr.gültekin oransay”, Orkestra Aylık Müzik Dergisi, Nisan 1990, Sayı:200, s.20-21.

Gedikli’nin “12 eylül düzenlemesinin olağanüstü ortamından yararlanan birkaç fakülte öğretim üye ve yardımcısı” diye isim vermeden suçladığı o “birkaç” kişi, Öğretim Görevlileri Dr. Edip Günay, Nurhan Cangal, Fehamettin Özgüç, Muzaffer Gürgüneş, Asistanlar Adnan Atalay,  Kumru Canku, Yaşar Doruk’dan oluşan 7 kişiydi. Dolayısıyla Gedikli’nin tam bir dezenformasyon örneği olan beyanındaki ilk çarpıtma “birkaç fakülte öğretim üye ve yardımcısı” ifadesiyle başlıyor. Zira Gedikli’nin “birkaç” diyerek çok küçük bir azınlık oldukları algısı yaratmaya çalıştığı insanlar, o Bölümde görev yapan (Oransay dışındaki) toplam on bir öğretim elemanının yedisiydi.   Geriye kalan dört kişiden ikisi de  (Öğr. Gör. Ahmet Borcaklı ve Öğr. Gör. Refik Ünal)  tarafsız kalmayı tercih ettiklerinden Oransay’ın yanında yalnızca Asistan Betül Çağlar ve Necati Gedikli vardı. Dolayısıyla “birkaç” kişi olan kendileriydi.

Şimdi Gedikli’nin beyanındaki öteki çarpıtmalara cümle cümle bakalım:

1 –  Gedikli, isim vermeden adrese teslim yöntemiyle,  “Bizlerin 12 eylül düzenlemesinin olağanüstü ortamından ve basından da yararlanarak yürüttüğümüz yoğun karalama kampanyası sonucu, Oransay’ın ‘silahlı kuvvetlere dil uzatmak’ suçlamasıyla gözetim altına alınmasına neden olduğumuzu ama  Sıkıyönetim mahkemesinin takipsizlik kararıyla salıverildiğini” beyan ediyor. Eğer durum böyle ise, aşağıda yapacağım kısa açıklama ve sunacağım belgeye dikkatle bakın lütfen! Oransay ne zaman, neden dolayı göz altına alınmış ve onun göz altına alınmasına neden olan tutanakta kimlerin imzası var!

Oransay, Sıkıyönetim Komutanlığınca 11 Mayıs Pazartesi günü başlatılıp 15 gün içinde tamamlanan tahkikatların,  “gereği için” Üniversiteye devredildiği 26 Mayıs 1981 Salı günü öğleden sonra topladığı Bölüm Kurulunda yaptığı konuşma nedeniyle çıkan tartışma ve o konuşma tutanağının tarafımızdan imzalanıp Sıkıyönetim Komutanlığına sunulması sonucu 27 Mayıs 1981 Çarşamba günü göz altına alındı. Daha önceki bölümlerde cümle cümle incelenip açıklandığı için, içeriği hakkında yeniden açıklama yapmaya gerek görmediğim o tutanaktaki suçlamamız neymiş ve lütfen bakınız imzalayanlar arasında kim de var:

Belge 1 a Oransay’ın gözaltına alınmasına neden olan Bölüm Kurulu Tutanağı 1.sayfa.

Belge 1 b Oransay’ın gözaltına alınmasına neden olan Bölüm Kurulu Tutanağı 2. sayfa.

Dahası var: Bu tutanağı, Bölümümüze yürüme mesafesinde olan Sıkıyönetim Komutanlığına götürünce, tutanaktaki herkes Komutanlığın hemen yakınındaki Bornova Emniyet Amirliğine çağrılıp toplu halde ifade verdi ve tutanaktaki imzanın kendisine ait olduğunu teyit edip  Kurulda çıkan tartışmayı anlattı. Ve tabi Necati Gedikli’de aramızdaydı… O  şikayetin “Silahlı kuvvetlere dil uzatma” şikayeti olmadığını, bizzat orada olan, tutanağı imzalayan ve tutanaktakileri teyit eden bir insan olarak  Türkiye’deki herkesten iyi kendisi biliyordu.  O zaman aradan 9 yıl geçtikten sonra Orkestra Dergisinde yaptığı bu çarpıtma neyin nesidir? İçinde kendisinin de bulunduğu çok farklı konuda yapılmış haklı bir suçlamayı, başkaları tarafından yapılmış “silahlı kuvvetlere hakaret suçlaması” gibi göstermeye çalışmak nasıl bir davranıştır?  Gerçek dışı beyanlarına “12 eylül düzenlemesinin olağanüstü ortamından” diyerek başladığına göre, Oransay’ın gözaltına alınmasına neden olan o tutanağın altındaki imzayı da “12 eylül düzenlemesinin olağanüstü ortamından” dolayı mı atmıştır?  O nasıl bir imzadır ki “gerçeğin” değil de “olağanüstü ortamın” gerekleri doğrultusunda atılabilmiş olsun? Yoksa,  “Biz bu derslerin adını bile duymadık, verilen notları kabul etmiyoruz” diyerek Yüksek Lisans notlarına yaptığımız itiraz dilekçesinde, onca ders için onlarca imza attıktan sonra,  “ben o imzaları yanlışlıkla atmışım” diyerek itirazını geri aldığı gibi, bu imzayı da mı “yanlışlıkla attığını” söyleyecek?

Ortada bir  “yanlışlık” olduğu kesin ama imzada değil, atanda…

Bu imzanın yükünden (!) kurtulmak için “Benim imzaladığım kağıt o tutanağın devamı değildi, başka bir kağıttı” demeyi de belki deneyebilir ama o zaman da “Sen altına ne yazılacağı belli olmayan boş kağıda imza atanlardan mısın?” sorusuyla karşılaşacağı için durum gerçekten müşkül görünüyor…

2 – “Basından da yararlanarak” diyor. Ne yapmışız basından yararlanarak? Belli ki, Oransay’la ilgili olarak Yeni Asır Gazetesinde çıkan haberlerin bizim tarafımızdan verildiğini ima ediyor. O haberleri biz vermiş olsaydık Disiplin yönetmeliğine göre cezalandırılmamız gerekmez miydi? Evet gerekirdi ve Gedikli doğru hatırlıyor: Dekanlık yetkilileri de o haberlerden bir tanesinin benim tarafımdan verilmiş olacağını düşünerek “bir ay süreyle maaşsız görevden uzaklaştırma cezası”  önermişti. Peki yaptığım itiraz ve sunduğum belgelerle o cezayı bozdurup en küçük bir ceza almadığımı neden hatırlamıyor? Yoksa Oransay’ın gözaltına alınma nedeni olan Bölüm Kurulu tutanağında kendisinin de imzası olduğunu unututtuğu (!) gibi,  bunu da mı unutmuş?  “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür” derler, her şeyi hatırlıyor ama böyle küçük ayrıntıları (!) unutuveriyor demek ki…  Ama ben hatırlatayım da, gerçeği herkes öğrensin:

Oransay’la ilgili olarak 3 Haziran 1981 tarihli Hürriyet gazetesinin İzmir baskısında,  “E.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü Başkanı Orhansay gözaltına alındı” başlıklı bir haber yayınlanmıştı. Gerçeklerle ve bizim şikayetlerimizle hiçbir ilgisi olmayan, Oransay’ın adını bile “Orhansay” biçiminde yanlış veren  Belge 114 haberde, (özetle) “Prof.Oransay’ın, 12 Eylül aleyhine yaptığı konuşma ve müzik aleti alınmak  üzere öğrencilerden toplanan paraların  defterlere işlenmeyip defterlerle birlikte kaybolması iddiasıyla  adli makamlara yapılan başvurular üzerine gözaltına alındığı”  bildiriliyordu:

Belge 114 Hürriyet Gazetesi İzmir baskısı 3 Haziran 1981 sayısı, 3. sayfa, 2. sütun.

Aynı gün (kendi haber kaynaklarından Oransay’ı benim şikayet etmiş olduğumu öğrenmiş olan) bir Yeni Asır Gazetesi muhabiri bana gelerek “Hürriyet Gazetesinde yayınlanan haberin doğru olup olmadığını ve o şikayetlerin benim tarafımdan yapılıp yapılmadığını” sordu. Ben de Hürriyet gazetesindeki yalan haberden çok rahatsız olduğum için (çünkü “öğrencilerden müzik aleti için para toplanıp kaybolması” gibi bir olay söz konusu olmadığı gibi, Oransay’ın 12 Eylül hakkında konuşması nedeniyle gözaltına alındığı iddiası da işe siyasi boyut yüklemeye yönelik bir çarpıtmaydı) “Oransay hakkındaki suçlamalarımın siyasi bir yönü olmadığını, öğrencilerden çalgı alımı için para toplandığı iddiasının yalan olduğunu, benim suçlamalarımın başka mali ve idarî konularla ilgili olduğunu” belirtip yönelttiği bazı sorulara da “evet” “hayır” biçiminde  cevap vermekle yetindim. Bana “Hürriyetteki yanlış haberi düzeltecek yeni bir haber yapacaklarını” belirtip, Oransay’ın bir fotoğrafını istedi. Ben de, her yerde bulunabilecek türden vesikalık bir fotoğrafını verdim. Gazeteye bu kadarcık da olsa açıklama yapmamın başıma dert açabileceğini, biliyordum ama, açılacak dert,  Oransay hakkında  siyasi bir suçlamayla ya da gerçeklerle hiç alakası olmayan bir müzik aleti parası yalanıyla düpedüz iftira atmış görünüşüne  düşürülmemizden daha iyi olacağı için, (o tür asılsız haberlerin önlenmesi adına)  göze aldım. Ancak, bir gün sonra (4 Haziran 1981 Perşembe günü), içinde benimle hiç konuşulmamış konuların da yer aldığı aşağıdaki (Belge115) haber yayınlandı.

Belge 115  Yeni Asır Gazetesi 4 Haziran 2. Sayfa, 1. Sütun.

Haberde öğrenci notları vb. gibi benimle hiç konuşulmamış konuların yer almasının ötesinde, verilen tarih de doğru değildi. Zira söz konusu haberin  “Prof. Oransay Sıkıyönetimce gözaltına alındı” başlığıyla yayınladığı 4 Haziran 1981 tarihinde, Oransay bir haftalık gözaltı süresini tamamlayıp çıkalı iki gün olmuştu. Benimle görüşen gazete muhabirinin bıraktığı kartvizitteki telefon numarasını arayıp “benimle konuşulmamış konuları niçin haber yaptıklarını” sorduğumda “haberi birkaç koldan derlediklerini, benim dışımda birçok kişiyle görüşüp konuyu kendi yöntemleriyle derinleştirdiklerini, yapacakları haberi bir tek kaynakla sınırlamak zorunda olmadıklarını” belirttiler.

Oransay’la mücadeleyi ben başlatmış olduğum için, o haberin de benden çıkmış olabileceğini düşünen Dekanlık Makamı, epey bir süre sonra, hakkımda soruşturma açtı. Soruşturmayı Prof.Dr. Alim Şerif Onaran Hoca yürütüyordu. Bana “haber ve fotoğrafla bir ilgim olup olmadığını” sordu.  Söyleyeceğim en küçük bir yalanın öteki iddialarıma da gölge düşüreceğini bildiğim için  (gerçeği dürüstçe ortaya koyup) “fotoğrafı benim verdiğimi, muhabirle konuşmam sırasında da, Oransay hakkındaki suçlamalarımın siyasi bir yönü olmadığını, öğrencilerden çalgı alımı için para toplandığı iddiasının yalan olduğunu, benim suçlamalarımın başka mali ve idarî konularla ilgili olduğunu belirttiğimi, haberdeki öteki ayrıntıların benimle bir ilgisi olmadığını” söyledim.

Hiçbir şey gizlemeden, ne yapıp yapmadığımı çok açık bir biçimde belirttiğim halde, Fakülte Yönetim Kurulu, haberdeki öteki ayrıntıları da benim vermiş olduğumu düşünmüş olmalı ki, (yetkisiz olarak basına demeç verme  suçlamasıyla)  “bir ay maaşsız görevden uzaklaştırma” cezası önerdi. 

Bu öneriyle, muhabire her yerde yayınlanabilecek vesikalık türden bir fotoğraf vermem ya da şikayetimin konusuyla ilgili “savunma” niteliğindeki açıklamamdan dolayı değil, haberdeki (benimle hiç ilgisi olmayan) öteki ayrıntılardan dolayı cezalandırılmam istenmiş oluyordu ki,  bir gazetenin dilediği gibi hazırlayıp yayınladığı bir haberin tümünden sorumlu tutulmam demek olan böyle bir öneri, ilgili yasa ve yönetmelik hükümlerine aykırıydı. Çünkü,  ben “haberdeki ayrıntıları benim vermediğimi söyleyerek “negatif” iddiada bulunmuş oluyordum, dolayısıyla ispat yükü “verdi” diyerek pozitif iddiada bulunan tarafa (yani Fakülte Yönetim Kuruluna) düşerdi ve onların da işlenmemiş bir suçu ispatlayabilme şansı yoktu. Bu durumda önerilen ceza “delil yetersizliğinden” bozulmaya mahkumdu ama ben o şekilde bozulmasını istemediğim için ispat yükünü kendim üstlenip haber kaynağını ortaya çıkarmaya çalıştım ve 5 Nisan 1982 Pazartesi günü Yeni Asır Gazetesine dilekçeyle başvurup “söz konusu haberi kimden aldıklarını” açıklamalarını talep ettim.

Yeni Asır Gazetesi Haber Müdürü Ceyhan Gür imzasıyla aynı gün verilen (Belge 118) yazılı cevapta  (özetle):  “Sözkonusu haberin üç ayrı muhabir (Ender Coşkun-Erol Yaraş ve Ergun Ulçay)  tarafından  Rektörlük, Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki çeşitli kaynaklar ve Prof Dr. Oransay’a yakın çevrelerden toplandığı, muhabirlerce toplanan ayrıntıların gazetede birleştirilip haber yapıldığı ve haber kaynaklarının kimler olduğunu açıklayamayacakları” belirtiliyordu. Gazete idaresinden verilen yazılı  cevapta, haber kaynaklarının kimler olduğu  isim olarak açıklanmamış olsa bile adresleri belirtilmişti: “Rektörlük, Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki çeşitli kaynaklar ve Prof.Dr. Oransay’a yakın çevreler”…  (Belge 116)

Belge 116 Belge 115 gazete haberinin “kaynağı” konusunda, Yeni Asır Gazetesi Haber Müdürlüğünce yapılmış yazılı açıklama

Haber kaynakları, “Rektörlük, Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki çeşitli kaynaklar ve Prof.Dr. Oransay’a yakın çevreler” olarak açıklanınca da, üç ayrı alandan, üç ayrı muhabir tarafından derlenip gazetede birleştirilerek haber haline getirilen bilgilerden, ben sorumlu tutulamayacağım için, yukarıdaki (Belge 116) yazıyı sunmam üzerine, Fakülte Yönetim Kurulunca önerilen ceza bozuldu ve en küçük bir ceza almadım.  

Her şeyi biliyor havalarında yorumlar yapan Necati Gedikli, bunu bilmiyor mu? Bilmiyorsa “basından da yararlanarak”  ifadesiyle neyi kastediyor? Açıkça belirtmeyip dolambaçlı imalarla kastettiği haber, benim aklandığım bu haber olamayacağına göre, bizimle hiçbir alakası olmayan ve aşağıda açıklayacağım nedenlerden dolayı olması da mümkün olmayan bir sonraki haber olmalı. Zira yukarıdaki haberden uzun bir süre sonra, Yeni Asır Gazetesinin magazin ekinde (Oransay’ın özel hayatıyla ilgili ilgili olarak) “Yakışmaz Profesör yakışmaz!” başlığıyla bir haber daha yayınlanmış olduğunu öğrendik.  Yayın tarihini, habere ulaşım olanağı vermemek adına açıklamayacağım  (Belge 117)  haber,  bizim haklı mücadelemize indirilmiş en büyük darbeydi. Çünkü,  Oransay’ı “mağdur”, bizleri de her türlü fırsattan yararlanmaya tenezzül edebilecek kadar “kötü niyetli” insanlar durumuna düşürecek bir haberdi ve fındık kadar beyni olan herkes, böyle bir haberin bizim haklı davamıza ne büyük bir gölge düşürebileceğini anlardı.  Haklı davamıza gölge düşürmemek adına, bir önceki haberde kullanılan fotoğrafın benden alındığını bile gizlemeyip dürüstçe söylediğim bir mücadele ortamında, bu tür haberlerden medet umabilecek kadar aptal olmadığımızı Oransay ve Fakülte yönetimi de çok iyi anlamış olmalı ki, bu haberle hiçbir şekilde ilişkilendirilmedik.  

Şimdi lütfen düşününüz!  Fakülteden kendi gönlümüzle ayrılmamız ya da uzaklaştırılabilmemiz için (300 sayfa boyunca belgeleriyle ortaya koyduğum)  her yöntemi deneyen bazı yetkililer, böyle bir haberle en küçük bir ilişkimiz bulunsa neler yapmazlardı?  Oransay’dan nefret eden onca insanın bulunduğu bir ülkede ortaya atılmış ve bizimle hiçbir şekilde ilişkilendirilmemiş bir haberi aradan 9 yıl geçtikten sonra Orkestra dergisine (her zaman olduğu gibi yine isim vermeksizin) taşıyıp ima yoluyla bize mal etmeye çalışmanın ahlakî açıdan o haberden ne farkı vardır?

Özel hayata ilişkin bilgileri paylaşmak, bizim hiçbir zaman tevessül ve tenezzül etmediğimiz/etmeyeceğimiz şeyler olduğu için, içeriğine bile girmekten özenle kaçındığım o haber kupürünü (Belge 117),   gölgeleyip okunmaz hale getirerek paylaşıyorum:

Belge 117 

Şimdi soruyorum: Bizimle hiçbir alakası olmayan bir gazete haberini, üzerinden 9 yıl geçtikten sonra Orkestra dergisindeki bir yazıya taşıyıp ima yoluyla bizleri suçlamak nasıl bir ahlâk anlayışıdır?  Üzerinden 40 yıl geçtikten sonra kendimizi savunmak amacıyla bile olsa okunmasını engellemek için gölgeleyerek verdiğim bir haberin bizden çıkmış olabileceğini düşünmüş olsa bile (kişi başkasını kendinden bileceği için düşünmüş olabilir) elinde en küçük bir delil yokken hangi hakla, hangi ahlâk anlayışıyla  bize maledebilmiştir? Kastettiği haber bu da değilse “basından da yararlanarak”  imasının anlamı nedir? Oransay’la ilgili olarak bu iki haberden başka basında ne çıkmıştır ki “basından da yararlanarak” diyebiliyor? Bizler basından yararlanmak isteseydik bu yazıda sunduğum yüz küsur belgenin çok daha fazlasını basına sızdırıp her şeyi açık etmez miydik? Elimizde bu belgelerin kat kat fazlası varken neden bir tanesi bile yetkili maklamlardan başka kimsenin eline geçmedi? Oransay’ın görevden uzaklaştırılması ve vefatından sonra da 30 küsur yıl boyunca ne basınla ne de bir başkasıyla asla paylaşmadığımız bu haber ve belgeleri, Fakültedeki bazı yöneticilerin en küçük bir açığımızı aradıkları o günlerde mi paylaşacaktık? Böyle bir haberin haklı mücadelemize ne kadar zarar verebileceğini düşünemeyecek kadar fındık beyinli miydik? Biz düşünmedik ama Necati Gedikli düşünebilmiş olmalı ki, ”basından da yararlanarak” diyebilmiş… Üstelik “yararlanma” becerisi, bizim yabancı olduğumuz bir özelliktir ve bunu, gerektiğinde gözümüzü bile kırpmadan feda ettiğimiz akademik geleceklerimizle fazlasıyla kanıtladık. O nedenle “yararlanma” becerisi, rüzgarın estiği yöne doğru pervane gibi dönüp her durumdan kârlı çıkan tiplerin uzmanlık alanıdır, şükürler olsun bizler o kadar “becerikli” (!) değiliz.

3 –  “yoğun karalama girişiminde ağır suçlamalar karşısında” diyor.  Hem Türkçesi hem de dayandığı mantık açısından sorunlu görünen bu cümlede “karalama” ve “suçlama” gibi iki farklı kavram bir arada kullanılmış. Suçlama (İtham etme): bir kişi ya da kurumun suç işlediği iddiasında bulunma; karalama (iftira) ise, yalan veya aldatıcı bilgi ortaya atarak bir kişi ya da kuruma asılsız suç yükleme, kara çalma  olarak tanımlanır.Suçlama”, bir hak arama yolu iken “iftira” haksız bir eylemdir, suçtur. Dolayısıyla, sondan başlayarak açıklayacak olursam, bizler Sıkıyönetim Komutanlığına sunduğum 5 Mayıs 1981 tarihli şikayet dilekçemden başlayarak birçok suçlamada bulunduk. Ama iftira atmadık. (Necati Gedikli’nin yazısında yaptığı gibi ima yollu suçlamalara da tevessül etmedik.) Yaptığımız suçlamaları, bir takım imaların, ihbarların arkasına saklanmadan  açık kimliklerimiz ve imzalı beyanlarımızla, (hedefimizi de kendimizi de apaçık ortaya koyarak) yaptık.  

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 190. maddesi ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6. maddesi gereğince müddei iddiasını ispatla mükellef bulunduğundan (yaniiddia eden, iddiasını ispat yükümlülüğü altında olduğundan) yaptığımız suçlamaların iftira olduğu ortaya çıksaydı cezalandırılan Oransay değil biz olurduk. Oysa, üzerimize düşen ispat yükü altında iddialarımızın hepsini kanıtlayıp hiç birinde iftiracı durumuna düşmediğimiz için, Oransay “üniversite ve kamu görevinden uzaklaştırma cezası”  ile cezalandırılırken bizler ne adli ne de idari en küçük bir ceza almadık. Yetkili organlarca 2 yıl boyunca sürdürülen idari tahkikatlarda onca suçlamamızın bir tanesi bile asılsız çıkıp “karalama” olarak nitelenmemişken, karar tarihinden 7 yıl sonra Gedikli’nin “karalama” olarak nitelemeye kalkışması nasıl bir karalamadır? Asıl “karalama”, Gedikli’nin yaptığı değil midir?

4 –  “yoğun karalama girişiminde ağır suçlamalar karşısında görevini sürdürdü” ifadesiyle de  “Oransay’ın o ağır şartlarda bile görevini sürdürmeye çalışacak kadar görev düşkünü bir insan” olduğu imajını yaratmaya çalışıyor. Oysa görev bilinci olan bir insanın onca suçlama karşısında yapması gereken şey, soruşturmalar sonuçlanıncaya kadar görevinden ayrılarak, soruşturmaların sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesini sağlamak olmalıydı.

Hakkında soruşturma yürütülen bir amirin görevini sürdürmesi, soruşturmaların selameti açısından sakıncalı olduğu için, ilgili yasa ve yönetmeliklerde “en azından amirlik görevinden ayrılması” konusunda hükümler bulunmaktadır. Nitekim söz konusu hükümler gereğince iki defa Başkanlık görevinden uzaklaştırılmasına rağmen, soruşturmaları yönlendirmeye o dönemlerde de bütün gücüyle devam edip aleyhindeki dilekçelere imza atmış bazı kişilere “Ben o imzaları yanlışlıkla atmışım” dedirtebilmeyi  başarmıştır… Bu nedenle, hakkındaki onca suçlamaya ve iki kez Bölüm başkanlığından uzaklaştırılmasına rağmen perde arkasından da olsa “görevini sürdürmesini”,  görev sevdasıyla değil, karşısındaki direnci kırma ve soruşturmaları yönlendirebilme arzusuyla açıklamak sanırım daha gerçekçi olur.

5 – “… görevini kötüye kullanma ve kurduğu Ege Küğ Derneği’nde yolsuzluk yapıp dernekler yasasına aykırı işlem yürütme suçlamalarıyla açılan davalarda da aklandı ve bunun üzerine İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nca 1402 sayılı yasaya dayanılarak görevden alınıp kamu hizmetinden uzaklaştırıldı”  ifadesi de baştan aşağı çarpıtma ve mantık zafiyeti gösteren bir ifadedir. Çarpıtmadır çünkü, (daha önce ayrıntılı olarak açıkladığım üzere) “lüzumu muhakeme” kararı verilerek mahkemeye intikal ettirilmiş konulardan beraat etmiş olması adli bir karar, görevden çıkarma cezası ise idari bir karardır.

Adli cezalar, toplum düzenini bozan ağır ihlallere karşı öngörülen yaptırımlar olduğu için daha çok hürriyeti bağlayıcı hapis cezalarını, para cezalarını ve diğer tedbirleri içerirken,  kurumların iç disiplinini sağlamak için öngörülen idari yaptırımlar, “uyarma”ve “kusur bildirme” cezasından başlayıp “görevden ve kamu görevinden çıkarmaya” kadar varan bir dizi cezayı içerir, bu nedenle de, özellikle bağımsız idari otoritelerin uyguladıkları idari yaptırımlar, bazı adli cezalara göre daha ağır da olabilir. Adli cezalar; adli sicile kaydedilip, af kanunlarından doğrudan etkilenen, ceza infaz kurumlarınca infaz edilen, ertelenebilen, başka bir cezaya dönüştürülebilen cezalar olduğu halde, idari yaptırımlar; adli sicile işlenmeyen, af kanunlarının (genellikle) kapsamı dışında bırakılan, ilgili idare tarafından infaz edilen ve ertelenemeyen, başka bir yaptırıma dönüştürülmeleri mümkün olmayan cezalardır.

Biraz hukuk bilgisi olan ya da Devlet memurluğu yapmış herkesin bileceği bu farkları,  onca yıl Devlet memurluğu ve hatta Konservatuvar müdürlüğü yapmış olan Gedikli bilmiyor mu, bildiği halde konuyu çarpıtmak için mi ilişkilendiriyor, yoksa “Doçent” unvanını kullanarak yazdığı bir makalede, bilmediği konularda fikir yürütme hatasına mı düşüyor?

Kaldı ki,  Gedikli’nin adli kararla ilişkilendirmeye çalıştığı karar da,  İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından değil, 2547 sayılı yasa ve Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği’nin 11. maddesi uyarınca YÖK tarafından verilmiştir.

Yök tarafından verilmiş bir kararı, Sıkıyönetim Komutanlıklarının bir uygulaması gibi göstermeye çalışması nedendir? 300 küsur sayfa boyunca belgelerini sunduğum mali ve idari suçlarından dolayı bağlı olduğu kurum (YÖK)  tarafından görevden uzaklaştırılan Oransay’ı, Sıkıyönetim Komutanlıkları tarafından suçsuz yere görevden uzaklaştırılan ve halk arasında “1402’likler” olarak adlandırılan insanlarla özdeşleştirip “mağduriyet” algısı oluşturmak için mi, yoksa hangi kurum tarafından görevden alındığını gerçekten bilmediği için mi? Bu olasılıklardan hangisinin doğru olduğunu (ya da bizim aklımıza gelmeyen başka bir olasılık varsa onu) en iyi bilecek kişi Gedikli’nin kendisi olduğu için açıklamasını yapmak da ona düşer.

Gedikli, – “… görevini kötüye kullanma ve kurduğu Ege Küğ Derneği’nde yolsuzluk yapıp dernekler yasasına aykırı işlem yürütme suçlamalarıyla açılan davalarda da aklandı ve bunun üzerine İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nca 1402 sayılı yasaya dayanılarak görevden alınıp kamu hizmetinden uzaklaştırıldı”  demek suretiyle gerçeği çarpıtmakla kalmayıp o dönemde taşıdığı “doçent” unvanıyla bağdaşmayacak bir mantık zafiyeti de sergiliyor. “…açılan davalarda da aklandı ve bunun üzerine İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nca 1402 sayılı yasaya dayanılarak görevden alınıp kamu hizmetinden uzaklaştırıldı”  ne demektir? Sıkıyönetim Komutanlığı Oransay’ı kamu görevinden uzaklaştırmak için “açılan davalardan aklanmasını mı” beklemiş? Oransay’ı ne yapıp yapıp görevden almak gibi bir niyeti varsa 2 yıl beklemeyip hazır hiçbir yerden aklanmamışken alması daha mantıklı olmaz mıydı? Demek ki onlar Gedikli kadar mantıklı (!) düşünememişler…

Kaldı ki,  ”görevden uzaklaştırma” kararının hangi kurum tarafından verilmiş olmasının da bir önemi yoktu.  Çünkü, 1982 Anayasasının o dönemde de geçerli olan  125. maddesi uyarınca “idarenin her türlü eylem ve işlemleri yargı denetimine tabi olduğu” için, o dönemlerdeki “görevden uzaklaştırma” kararlarında da, (Sıkıyönetim ya da ilgili idare tarafından verilmiş olmasına bakılmaksızın)  yargı yolu daima açıktı. Dolayısıyla,  Sıkıyönetim veya idare tarafından görevlerine son verilenler, bulundukları ildeki İl İdare Mahkemesine gidip söz konusu kararları bozdurtabiliyor ve o güne dek alamadıkları maaşlarını da birikmiş olarak alıp görevlerine iade edilebiliyorlardı. Yüzlerce örneğini bildiğimiz bu uygulamadan Oransay da yararlanabilir ve daha önceki mahkemelerden aldığı beraat kararları, idari kararı etkileyecek nitelikte görülürse hakkındaki görevden çıkarma kararını kaldırtabilirdi. Ama böyle bir başvuruda bulunduğunu duymadık ya da bulunduysa bile hakkındaki görevden çıkarma kararını bozan bir yargı kararı da olmadı. Böyle bir karar çıkartabilse, o kararı tüm dünyayaya ilan edip hakkındaki iddia ve kuşkulardan arınmaya çalışmayacağını düşünebilmek herşeyden önce Oransay’a  haksızlık olmaz mı? Bu tür gerçek ve mantık dışı beyanlarla Oransay’ı savunuyor görünmeye çalışanlar, Oransay’ın “onurunu savunma” duygusundan yoksun ve “savunamayacak kadar aciz”  olduğunu mu beyan etmiş oluyorlar?  Oransay’ın görevden uzaklaştırıldığı 14 Mart 1981 tarihinden vefat ettiği 20 Kasım 1989 tarhine kadar geçen 6 buçuk yıl içinde bu konuda tek kelime yazmamış olması, onlara hiçbir şey ifade etmiyor mu? Oransay neden tek kelime yazmadı, neden savunmadı kendisini? Savunmadı, çünkü yazacağı her kelimenin karşısına hangi belgelerle çıkacağımızı biliyordu. Oransay’ın yapmadığını/yapamadığını, birbirlerinden kopyalayarak yaygınlaştırmaya çalıştıkları  bilgiden, belgeden, mantıktan  yoksun uydurma  beyanlarla kendileri mi yapacaklar? O zaman işleri hayli zor demektir: Ortaya attıkları iddiaların (bir zahmet!) belgelerini de sunmaları gerekecek!  Aksi taktirde, kendi iddialarının altında kalıp  “müfteri” duruma düşmekten kurtulamazlar.

Bizler, Necati Gedikli’nin yalnızca belgeden değil aynı zamanda gerçeklikten ve mantıktan da yoksun beyanına cevap verme gereği bile duymadık. Ama bazı insanlarımızın “duyduğu ya da okuduğu bir şeyi, doğruluk derecesini düşünüp araştırmadan paylaşma” zafiyeti yüzünden, Gedikli’nin beyanındaki çarpıtmalar, küçük değişikliklerle başka kişilerce de paylaşılarak yaygınlaştı ve  Gedikli’nin (isim vermeksizin) hedef gösterdiği insanlara (yani bizlere) “hain”, “iç mihrak”, “dış mihrak”, maşa” gibi hakaretlerin yapılabildiği boyutlara ulaştı.  Dolayısıyla biz de, gördüğünüz belgeleri suratlarına çarpıp hak ettikleri cevabı vermek zorunda kaldık.

“Müzikolog”, “Müzik yazarı” vb. sanlarla anılan insanlarımızın bir yerlerden duyup okudukları her türlü beyanı (tıpkı hocaları Oransay’ın Atatürk’ün sözü konusunda yaptığı gibi, doğruluk derecesini araştırma gereği bile duymadan) kendi yazılarına taşıyıp yaygınlaştırmaları, bilim ve müzik dünyamız adına büyük bir talihsizliktir.  Bu talihsizliğin en büyük sorumluluğu da o konudaki ilk beyanı ortaya atan kişiye düşer. Çünkü insanlar (özellikle de “bilim insan” sanını taşıyanlar)  ortaya atacakları gerçek dışı beyanların yaygınlaşmasından doğacak sonuçlardan sorumludurlar. Aşağıda,  Gedikli’nin Belge 113 beyanını yeniden sunuyor ve altında da, başka yazarlarca nasıl “kopyalandığını” göreceğiniz örnekleri veriyorum. Yazarlarımızın Gedikli’ninkinden başlayarak birbirinden aldıkları anlaşılan, fakat alıntı atfı yapmadıkları için  “bir çok kişinin aynı görüşte olduğu” algısı yaratan beyanlarını lütfen karşılaştırınız ve bir yanlış beyanın kaynaktan kaynağa taşınarak nasıl yaygınlaştırıldığını Sizler de görünüz:

Belge 113  Doç.Dr.Necati Gedikli, “kendi kaleminden prof.dr.gültekin oransay”, Orkestra Aylık Müzik Dergisi, Nisan 1990,Sayı:200, s.20-21.

Belge 118  Onur Akdoğu, Ege’de Müzikçiler Ansiklopedisi, (Gültekin Oransay maddesi) 1997, s.205

Belge 119 Ayhan Sarı, Facebook sayfası,  21 Kasım 2021 

Oransay’la ilgili bu yazılarda tipik bir “tema- varyasyon” ilişkisi seziliyor. Tema, Necati Gedikli tarafından Nisan 1990 tarihli Orkestra Aylık Müzik Dergisinde yapılan Belge 113 ilk çarpıtma. Gedikli’nin bu çarpıtmasını tema alan öteki yazarlar, bir takım kelime değişiklikleriyle aynı çarpık temanın yeni varyasyonlarını oluşturmuşlar. Tema hep aynı: “Bölümdeki bazı öğretim elemanlarının suçlamalarına maruz kaldı, hakkındaki suçlamalarla ilgili tüm davalardan aklandığı halde Sıkıyönetim Komutanlığınca görevden uzaklaştırıldı”.  

”Gedikli’nin Oransay Çarpıtması  Üzerine Varyasyonlar”  diye adlandırılabilecek söz konusu yazıların müzikteki Tema-varyasyon ilişkisinden en önemli farkı, müzikte tüm varyasyonların aynı besteci tarafından yapılmış olmasına karşın, bizim olayda her varyasyonun bir başka yazar tarafından yapılmış olması. Dolayısıyla bu olayda, ele aldığı temayı her varyasyonda biraz daha geliştiren “sanatçı yaratıcılığı” değil, bir yerden aldığı temayı (kaynak belirtmeksizin) kendi görüşüymüş gibi yineleyen “yazar kopyacılığı” ya da “araştırma tembelliği” söz konusu olmaktadır.  Belge 106 – Belge 110  arasında incelediğimiz “Atatürk’ün sözü” örneğinde olduğu gibi, yazarlarımızın bir yerden okuyup duyduklarını, (doğruluk derecesini araştırmadan) kendi yazılarında aynen kopyalamalarına ne yazık ki alışmış olsak bile, o kopyalama tembelliğini bile doğru dürüst beceremeyip, kopyaladığı metne kendi kafasına göre yeni ekler uydurmak ve klavye başına geçip sağa sola hakaretler yağdırmaya kalkışmak, “müzikolog” sanı taşıyan insanlara hiç yakışmıyor.  Çok sevdiğim bir ata sözümüz “Kem söz sahibinin özelliklerini yansıtır” der. O nedenle birileri için “hain”, “iç mihrak”, “dış mihrak”, “maşa” vb. sıfatları kullanmak yerine onların bu sıfatlarla anılabilmesini haklı gösterecek belgeleri ortaya koymak yeterlidir. Çünkü belgesi ortaya konduğu zaman, o çirkin sıfatlar (hiç kullanılmamış olsa bile) gidip sahibini bulur, ama böyle çirkin sıfatları belgesiz sıralamaya kalkışırsanız, okuyanlar kendi sıfatlarınızı sıralıyorsunuz zannedebilirler…

Şimdi, oradan buradan derlediği mesnetsiz iddiaları (aralarına kendince ilaveler de yaparak) facebook sayfasına taşıyıp “gerçekmiş” gibi sunan ve bununla da yetinmeyip “iç mihrak”, “dış mihrak”, “hainler”, “maşa olarak kullanılan birileri” gibi hakaretlere cür’et eden eski öğrencimiz Ayhan Sarı’yı iddialarını belgelemeye davet ediyorum. Oransay’dan bahisle “1402 diye bir yasa ile görevden el çektirildi” diyor. BELGESİ? “Sonra beraat etti, özür dilendi ise de gururu dönmesine engel oldu” biçiminde son derece önemli yepyeni bir iddia ortaya atıyor. BELGESİ? 

Oransay’ın YÖK tarafından “uzaklaştırıldığı” gerçeğini bir an için göz ardı edip Sıkyönetim Komutanlığı tarafından “uzaklaştırıldığını” varsayalım. O zaman Oransay’dan kim özür dilemiş olacak,  Sıkıyönetim Komutanlığı mı? Evet Sıkıyönetim Komutanlıkları mahkeme kararlarına uyuyorlardı ama görevden aldıkları birinden “Biz yanlış yapmışız özür dileriz dedikleri nerede görülmüştür? “Özür dileyen” yer Sıkıyönetim Komutanlığı değil de Mahkeme ise,  “Oransay’ın  girdiği tüm mahkemelerden aklandığı” söylenmiyor muydu?  Görevden uzaklaştırma kararını Sıkıyönetim Komutanlığı vermişse Mahkeme kendi kararından dolayı değil de Sıkıyönetim kararından dolayı mı özür dilemiş? Ne demiş olabilir mesela: “Biz aslında Sizi aklamıştık ama Sıkıyönetim Komutanlığı görevden almış, elimizden bir şey gelmiyor özür dileriz” ya da “Bak sen şu Sıkıyönetim Komutanlığının yediği naneye, onlar adına Sizden özür diliyoruz, Siz gidip görevinize başlayın, biz onların kulaklarını çekeriz.” Ya da “Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından görevden alındığı” iddia edilen Oransay’dan Komutanlık adına, Üniversite mi özür dilemiş? Kendi vermediği (!) bir karar için nasıl özür dileyebilirdi mesela? “Özür dileriz Sayın Oransay,  biz yapmadık Komutanlık yaptı, Siz gelin görevinize başlayın biz onlara hadlerini bildiririz” ya da “başladığınızı kimseye söylemeyiz, haberleri olmaz” …  

Böyle mi özür dileyeceklerdi?

Fantezi bu ya, diyelim ki bunca makamdan biri özür diledi? Nerede o özürün belgesi? “Görevden uzaklaştırma” gibi ciddi bir karar nedeniyle “dilendiği” söylenen o “özürü” ilgilinin kulağına mı söylemişler?  Eğer bir belge varsa (benim yaptığım gibi belgesini açıp) kamuoyuna da gösterilmesi gerekmez mi?  Belge yok da papağan gibi kulağınıza üflenenleri tekrar ediyorsanız o zaman ben de üfleyim:  ÖYLE BİR ŞEY YOK !  

En önemlisi de, Oransay’dan özür dilenebilmesi için hakkındaki iddiaların “asılsız çıkmış olması” gerekirdi.  Şayet böyle bir şey olsaydı,  “kamu görevinden çıkarma” gibi ağır bir cezaya  “haksız yere çarptırıldığı” anlaşılan kişiden özür dilemek yeterli olur muydu?  Attıkları iftiralarla öylesine büyük bir haksızlığa neden olan kişilerin de en ağır disiplin ve tazminat cezalarıyla cezalandırılması gerekmez miydi? Nerde bizim cezalarımız?  

40 yıl sonra nelerle uğraşıp nelere cevap vermek zorunda bırakıldığımızı görüyorsunuz değil mi?  Sağolsunlar bazı öğrencilerimizin “Adnan Bey’in anlattıkları unutulmuyor çünkü o anlattıklarını insanın kafasına çakar” türünden şeyler söylediklerini duyar sevinirdim ama o öğrencilerimiz, herkesin kafasını kendi kafaları gibi düşündükleri için olsa gerek yanılmışlar; Bazı kafalara beton çivisi bile geçmiyor. 40 yıl önce 2 yıllık mücadele vererek kanıtladığımız onca şeyi 40 yıl sonra 2. kez anlatıp kanıtlamak zorunda bırakılıyoruz ve hep o 2,2,2,2’ ler yüzünden  heder oluyor, her şeyi 2 defa yaparak tükettiğimiz ömrümüz…

Peki gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan bu mağduriyet hikayeleri, bu saldırgan tavırlar neyin nesi? Neyin nesi olduğunu bilemem ama nedenini tahmin edebiliyorum: “Oransay’ı yüceltiyormuş” görünüşü altında kendilerini yüceltmeye çalıştıkları hocanın ağır suçlamalarla “üniversite ve kamu görevinden çıkarılmış olması” işleri bozuyor ve onlar da, “hocalarının aslında suçsuz olduğu, sonradan aklandığı ve hatta kendisinden özür bile dilendiği” yolunda beyanlarla durumu düzeltmeye çalışıyor. Hocalarını çok sevmeleri, ona duydukları hayranlık, haftada  46 saate varan ders yükünü üstlendiği vb. türden gerçekle hiçbir alakası olmayan abartıları ve hatta hocaları üzerinden kendilerini yüceltme çabaları bile (insanlık halidir deyip) anlayışla karşılanabilir ama bu işi başkalarına hakaret etmeden becerebilmelidirler. Aksi taktirde, o “maşa olarak kullanılan birilerinden” geriye kalanlar, onların yok zannettiği belgeleri ortaya koyar ve maskeler düşer…

Ayhan Sarı’nın sadece bizlere değil, kendi dışındaki neredeyse herkese tepeden bakarak “taze soğanlar”, “anlama yetisine haiz olmayanlar”, “bölücüler”, “sığ görüşlü”, densiz”, “hainler”, “iç ve dış mihraklar”, “maşa olarak kullanılan birileri” biçiminde hakaretler yağdırıp 39 yıldır özenle sürdürdüğümüz suskunluğumuzu bozdurarak Oransay’a en büyük zararı vermiş olan, kibir, yalan ve hakaret dolu yazısının facebook görüntüsünü aşağıda sunuyor, takdiri kamuoyuna bırakıyorum.

SON SÖZ

Kamuya mal olmuş kişilerle ilgili olaylar, geniş toplum kesimlerinin ilgi alanına girdiği ve toplumun ilgi duyduğu alanlar da “boşluk” kabul etmediği için, bilgi ve belge sahibi insanların susması, o alanlarda oluşacak boşlukların dedikodularla, şehir efsaneleriyle dolması sonucunu getiriyor.

Kamuya mal olmuş bir şahsiyet olan Oransay’la ilgili olaylar konusunda da aynı olgu yaşandı. Bizler, kendisine karşı verdiğimiz onca mücadelenin ardından, görevden uzaklaştırılması ve özellikle de vefatından sonra  (sahip olduğumuz onca bilgi ve belgeye rağmen) sustuğumuz için, oluşan boşluğu, birer şehir efsanesine dönüşen dedikodular ve mağduriyet hikayeleri doldurmaya başladı.

Gerçeklerle hiçbir alakası olmayan söz konusu beyanların, mahalle dedikodularını andıran bir seyir içinde varyasyonlara uğrayıp hakaret boyutlarına ulaşması ve  “Bölümdeki birkaç öğretim elemanı”, “maşa olarak kullanılan bazı kişiler” türünden ifadelerle bugün hayatta olmayan mücadele arkadaşlarımızı da (hocalarımız, asistan arkadaşımız) hedef alır hale gelmesi, son derece onurlu bir mücadele vermiş olan o insanlardan geriye kalan bizleri (Kumru Canku ve ben) gerçekleri açıklamak zorunda bıraktı. Sandıklarımızdaki belgelerin belirli bir kısmını ortaya koymak zorunda kaldığımız açıklamalarımızda, konu Oransay olduğu için, Oransay’la ilgili olan fakat içinde öğrencilerimizin ya da başkalarının adı geçen belgeleri kullanmamaya özen gösterdik, örnek olarak kullanmak zorunda kaldığımız birkaç belgede de öğrencilerimizin ya da ikinci, üçüncü kişilerin yer aldığı bölümleri gölgeleyerek okunmaz hale getirdik.

Keşke 30 küsur yıldır sürdürdüğümüz suskunluğumuzu bozup bu  açıklamaları yapmak zorunda bırakılmasaydık.  Bugün hayatta olmayan bir insanla ilgili belgeler (tıpkı benzeri öteki belgeler gibi) sandığımızda kalıp bizimle birlikte yok olsaydı. Oransay üzerinden kendilerini yüceltebilme yarışına girenler, bu işi keşke,  artık hayatta olmayan Nurhan CANGAL, Edip GÜNAY, Muzaffer GÜRGÜNEŞ , Fehamettin ÖZGÜÇ gibi birbirinden değerli hocalarımızı ve asistan arkadaşımız Yaşar DORUK’u da kapsayacak bir hakaret boyutuna getirmeden becerebilselerdi. Geride yalnızca Kumru CANKU ile ben kalmıştım. Önümüzde ne kadar zamanımız kaldı bilinmez ama biraz daha sabredebilseler bizden sonra atış serbest olabilirdi… Ama artık değil. SANDIK’takilerden gereken kadarı ortalığa saçıldı…

“İnanmak” yalnızca bilgi ve belgeyle sağlanabilecek bir sonuç olmayıp algılama kapasitesi ve niyetle de ilgili olduğu için, inanmak isteyen insan, kulağına üflenenlere bile sorgusuz sualsiz inanırken, inanmak istemeyene dünyanın belgesini gösterseniz nafile… Bu da normaldir ama onlar, kendi inançlarını (ortaya koyduğumuz onca bilgi ve belgeye rağmen) topluma dayatıp karşı tarafı hakaret bombardumanına tutmaya devam ederse, bu yazımızda kullanmak istemediğimiz belgeleri ortaya koyup daha inandırıcı olmayı deneriz…

Kavgadan, gürültüden hoşlanmayan, büyük küçük herkese saygı gösteren, kendini ön plana çıkartmaktan hoşlanmayıp kapıdan geçen bir çocuğa bile, kenara çekilip büyük bir içtenlikle yol veren insanlardan oluşumuz birilerini yanıltmasın. Kırk yıl önce, önümüzde kaybedilebilecek çok büyük bir gelecek varken  göze aldığımız şeyleri, artık kaybedecek hiçbir şeyimizin kalmadığı şu yaşlarımızda göze alamayacağımızı sanan olursa yanılır. Oransay da yanılıp baş eğdirmeyi denemişti… Eğdirmeye çalıştığı başlarımızı koparttırmayı göze alıp bedelini ödettik. Hocalarının yaptıramadığını  denemek isteyenler olursa belgelerini şimdiden hazırlamaya çalışsınlar…  Bilgiden belgeden yoksun  iddialarla söz dalaşına girip bizim üzerimizden kendi adlarını duyurmak isteyebileceklere, cevap bile vermeyeceğimizi, hakaretamiz beyanlarını sürdürmeleri halinde, onlarla sadece yargı önünde hesaplaşacağımızı hatırlatmakla yetiniyorum. Biz belgelerimizi ortaya koyduk, aksini iddia edebilecekler olursa, onlar da (varsa) kendi belgelerini ortaya koyar, okuyanlar vicdani değerlendirmesini yapar.

İnsanları “iyi” ve “kötü” ya da “iyiler” ve “kötüler” biçiminde kategorize etme hatasına düşülmemelidir. “İyi”  olarak nitelenen insanların “yanlışları”, “kötü” olarak nitelenen insanların da “doğruları” olabilir ve bu gerçek hepimiz gibi Oransay için de geçerlidir. Bir savunma yazısı içinde 333 sayfa boyunca yanlışlarını ortaya koymaya çalıştığım Oransay, sıradan bir insan değildi ve bilgisiyle, araştırmacılığıyla, çalışkanlığıyla, öngörüleriyle hepimizin üzerinde önemli izler de bıraktı. Bu nedenle de bugüne kadar daima doğrularıyla yadedip yanlışları hakkında tek kelime bile yazmadık. Örneğin Oransay tarafından uğratıldığı mağduriyetleri belgeleriyle açıkladığım asistan arkadaşımız Kumru CANKU, Orkestra Dergisi 1990 Nisan sayısının 32 ila 45. sayfaları arasında  yayınlanan “prof.dr.gültekin oransay” başlıklı 15 sayfalık yazısında, (uğradığı mağduriyetler konusunda tek kelime etmeksizin) Oransay’ın yaşamı ve çalışmalarıyla ilgili olarak, o sayıdaki en kapsamlı ve en ayrıntılı bilgileri verirken, ben de  2019 yılında yayınlanan “Nota Yazım Kuralları ve Türk Müziğinde Nota Yazımı” başlıklı kitabımın sunuşunda “EÜ GSF Müzikoloji Bölümündeki ikinci asistanlık dönemimde Ebced, Ali Ufkî, Kantemiroğlu ve Hamparsum yazısı gibi Türk müziğinde kullanılmış tarisel müzik yazıları ve Osmanlıca (Arap harfli Türk alfabesi) öğrenmemi sağlayıp bu yolda yeni kapılar açan merhum Prof. Dr. Gültekin ORANSAY’ı rahmetle anarken (s.4-5) demek suretiyle, asistanı olduğum ve yetişmemde katkısı olmuş bir insanı rahmetle anmayı borç bildim. Görevden alındığı 14 Mart 1983 tarihinden bugüne kadar geçen yaklaşık 39 yıl içinde hakkında olumsuz bir tek kelime bile yazmadım/yazmadık.

Oransay gibi  bilgili ve üretken bir insanın görevinden ayrılmak zorunda kalışını üzüntüyle karşılamamız ve bunu dile getirmekten çekinmeyişimiz, bazı insanlarca “pişmanlık” olarak algılanmış olmalı ki “şimdilerde pişmanlık duyduğumuzu” ileri sürerek  Oransay’ın haklılığına bizi bile tanık göstermeye kalkıştıklarını görüyoruz…  Oysa ne ben, ne de beni destekleyen değerli hocalarımız ve asistan arkadaşlarım, bugün de olsa, aynısını yapmaktan çekinmeyeceğimiz haklı mücadelemizin hiçbir aşamasından asla pişmanlık duymadık ve pişmanlık duyacak bir şey de yapmadık. Bizim yaptığımız, amirinin yaptığı ve yönetimi altındaki insanları da yapmaya zorladığı (konusu suç teşkil eden) yanlışlara “hayır” diyebilme onurunu gösteren her Devlet memurunun yapması gereken bir şeydi ve bugün olsa (en küçük bir tereddüt göstermeden) yine aynı şeyi yapardık.

Keşke her kurumda her memur, amirinin yaptığı ya da yaptırmak istediği yanlışlara bizim karşı çıktığımız gibi karşı çıkıp (ödeyeceği bedel ne olursa olsun) mücadele edebilseydi, o zaman yalnızca ülkemiz değil, bütün dünya çok daha güzel bir yer olurdu…

Bizler yapmamız gerekeni yaptık. Takdir kamuoyunudur. Saygılarımla…

 Adnan ATALAY

E K L E R

O güçsüz günlerimizde bana güç veren şey, görev yaptığım her kurumda odamın duvarına asıp kendimi güçsüz hissettiğim her durumda yeniden okuyarak güç kazandığım yukarıdaki sözdü… 

Her şeyi yeniden başlayıp iki kez yapmak zorunda kaldığım memuriyet yaşamımı noktalayıp emekliye ayrıldığım Işılay Saygın Güzel Sanatlar Lisesi Müzik Bölümünde de odamın duvarında olan bu sözü, meslek hayatımın en güzel yıllarını geçirdiğim o Bölümden ayrılırken (başka arkadaşlarımıza da güç vermesi için) Öğretmenler Odasının duvarına astım. 25 yıl güç kaynağım olan YAZI orada, sözleri yüreğimde kaldı…

BİRLİKTE MÜCADELE VERDİĞİMİZ HOCALARIMIZ VE ARKADAŞLARIMIZ

(Öğretim Görevlilerinden asistanlara soyadı sırasıyla)

Nurhan CANGAL

23 Nisan 1027’de Eskişehir’de doğdu. İlk müzik eğitimine 1943/1946 yılları arasında Ekrem Zeki Ün’le keman çalışarak başladı. 1946 yılında GEE Müzik Bölümüne girdi. 1949 yılında GEE Müzik Bölümünden mezun olup Trabzon-Beşikdüzü İlköğretmen Okuluna müzik öğretmeni olarak atandı. 1955 Kasımında GEE Müzik Bölümü asistanlık sınavını kazanarak Prof. Ed.Zuckmayer’in asistanı oldu. Prof.Zuckmayer’le Armoni, Kontrapunt ve Müzik Biçimleri Piyanist Ferhunde Erkin’le piyano çalışması yaptığı asistanlık dönemini 1958 yılında tamamlayıp aynı Bölüme öğretmen olarak atandı. 1958-60 yılları arasında Alman Hükümetinin verdiği DAAD bursu ile Freiburg Yüksek Müzik Okulunda (Hochschule für Musik Freiburg) Armoni ve Kontrapunt öğretmenliği uzmanlık öğrenimi yaptı.

1960 yılında yurda dönüp  o yılın  Temmuzundan 1977 Ağustosuna kadar GEE Müzik Bölümünde Armoni-Kontrpuan, Kulak Eğitimi ve Müzik Formları öğretmeni olarak görev yaptı.  

1977 yılında Prof.Dr. Gültekin  Oransay’ın davetiyle GEE Müzik Bölümündeki görevinden ayrılıp EÜ GSF bünyesinde yeni kurulmuş olan müzikoloji bölümünün (Musiki Bölümü) ilk öğreticileri arasında yer aldı. Öğretim Görevlisi olarak atandığı bu Bölümde Uyumbilgisi (Armoni), Karşıezgi (Kontrapunt), Müzik Biçimleri, Kulak Eğitimi, Remileme (Solfej) ve Piyano gibi dersleri okutan Cangal, 1988  yılında yeniden GÜ GEF Müzik Bölümündeki eski görevine yeniden dönüp 1989 yılında emekliye ayrıdı.

22 Ağustos 2005 tarihinde vefat eden değerli Hocamız, yıllarca görev yaptığı Müzik Bölümünde yapılan törenin ardından  Ankara Karşıyaka Mezarlığında toprağa verildi.


Edip GÜNAY

10 Mart 1931 yılında Milas’ta doğdu. Müzik öğrenimine Erzurum Erkek Öğretmen Okulunda kemanla başlayıp 1948 yılında girdiği  GEE Müzik Bölümünde Liko Amar’ın keman öğrencisi oldu.  1951 Haziranında  mezun olup 3 yıl Bingöl Ortaokulunda, 3 yıl da Bolu Lisesinde müzik öğretmeni olarak görev yapan Günay, askerlik hizmetini de tamamladıktan sonra 1951 yılında GEE Müzik Bölümünde Bernhard Klein’ın asistanı olarak çalışmaya başladı.

1961-64 arasında DAAD bursuyla Almanya’ya gönderilerek Hamburg Devlet Müzik Yüksek Okulunda (Staatliche Hochschule für Musik Hamburg) keman ve oda müziği  eğitimi aldı.

1964’te yurda dönüşte  GEE müzik Bölümü’nde keman, oda müziği ve orkestrasyon derslerini okuturken bir yandan da Devlet Konservatuvarı öğretim elemanı Belçika’lı Jules Hingy ile özel olarak çalıştı. (1965-1967)  Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi Eğitim Bölümünde Hazırlık Praogramını bitirerek Psikolojik Danışma ve Rehberlik Bölümünde “bilim uzmanlığı” derecesini aldı (1974). Doktora yeterlilik sınavını 1976’da verip “Fon Müziğinin İnsanın Çalışmasına Etkisi”ni inceleyen deneysel araştırması ile Türkiye’de Müzik Psikolojisi alanındaki ilk “Dr.” unvanının sahibi oldu (1978).

1979 yılında Prof.Dr. Gültekin Oransay’ın davetiyle GEE Müzik Bölümündeki görevinden ayrılıp EÜ GSF bünyesinde yeni kurulmuş olan müzikoloji bölümünün (Musiki Bölümü) ilk öğreticileri arasında yer aldı. Öğretim Görevlisi olarak atandığı bu Bölümde Müzik Psikolojisi, Müzik Sosyolojisi, Araştırma Teknikleri ve Müzik Yazımı gibi dersleri okutan Günay, Oransay’ın Üniversiteden uzaklaştırılmasından sonra Bölüm Başkanlığına atandı. 

1987 MÜ Müzik Eğitimi Bölümünde çalışmaya başlayıp 1988 yılında “doçent”, 1995 yılında  “profesör” unvanlarını aldı. Son olarak olarak İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümünde ders vermekteydi. 

2010 yılında Kuşadası’na yerleşen ve  28 Temmuz 2010 günü hayatını kaybeden değerli hocamızı, arkadaşlarımızla birlikte  Kuşadası mezarlığında toprağa verdik.


MUZAFFER GÜRGÜNEŞ

1921 de doğdu.İlk şan çalışmalarını Bursa’da Bedriye Tüzün ile yaptı. 1940 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Şan Bölümüne girip Prof. Hay, Max Klein, Arangi Lombardi ve Saadet İkesus’un öğrencisi oldu. 1945’te Konservatuvardan mezun olup Ankara Devlet Operasında bariton solist sanatçı olarak çalıştı.

1945 yılından 1978 yılına kadar sürdürdüğü bu görevinde bir çok opera oyununda solist sanatçı olarak yer alan Gürgüneş, 1978 yılında Prof.Dr. Gültekin  Oransay’ın davetiyle Ankara Devlet Operası’ndaki görevinden ayrılıp EÜ GSF bünyesinde yeni kurulmuş olan müzikoloji bölümünün (Musiki Bölümü) ilk öğreticileri arasında yer aldı. Öğretim Görevlisi olarak atandığı bu Bölümde  Şan  ve İtalyanca gibi dersleri okuttu.

1983 yılında Musiki Bölümünden ayrılıp yeniden opera yaşamına döndü ve İzmir Devlet Operasında bariton solist sanatçı olarak çalışmaya başladı. Zekice esprileri ve şakacı mizacını opera temsillerinde aldığı rollere de yansıtan Gürgüneş’in zaman zaman yaptığı tuluatlar izleyiciler tarafından merakla beklenirdi.

Çoğu insanın şakacı mizacıyla tanıdığı Gürgüneş’i,  bizler, şakaya vurup pek belli etmediği çok ciddi ve kararlı yanıyla da tanıma fısatı bulduk…

21 Aralık 2008’de vefat eden hocamızı İzmir Devlet Opera ve Bale Salonunda yapılan törenin ardından, arkadaşlarımızla birlikte  İzmir Doğançay mezarlığında toprağa verdik.

Muzaffer Gürgüneş’in Dikran Çuhacıyan /Leblebici Hor Hor Operetinde oynadığı Leblebici Hor Hor rolünden bir kare.


Fehamettin ÖZGÜÇ

11 Ekim 1926’da İstanbul’da doğdu. Müzik öğrenimine 1944’de İstanbul Erkek İlköğretmen Okulunda Tahir Sevenay’dan müzik, Ekrem Zeki Ün’den keman dersleri alarak başladı. İki yıl sonra Edirne’ye aktarılan okulda Hilmi Tümer ile çalıştı. 1947’de Öğretmen Okulunu bitirip GEE Müzik Bölümüne girdi. 1950 yılında mezun olup Adana Erkek Lisesi Müzik öğretmenliğine atandı. 1952-53 yılında Trabzon-Beşikdüzü Kız İlköğretmen Okulunda çalıştı. 1953’de Devlet tarafından “Müzik Pedagojisi” dalında Almanya’ya gönderildi.

Stuttgart’ta ilk yıl Prof. Kergi ile keman çalışıp 1954-59 yılları arasında Devlet Yüksek Müzik Okulunda (Staatliche Hochschule für Musik) okudu. Bu okuldaki ilk yılının sonunda kemanı bırakarak viyolaya geçti.

1959 da yurda dönen Özgüç, GEE Müzik Bölümünde Viyola ve Müzik Tarihi öğretmeni olarak görev aldı. Kısa süre sonra Ankara Radyosunda tonmayster olarak da çalışmaya başladı.1966’da  fahri başkanlığını yaptığı Ankara İlköğretmen Okulu Müzik Seminerinde 6 yıl sürecek viyola derslerini de üstlendi. Aynı yıl Türkiye Müzik Öğretmenleri Derneği Başkanı seçildi. 1970 de Alman Kütüphanesinde bir orkestra kurdu. Devlet Tiyatroları Orkestrasına girip önce grup şefi yardımcısı ardından da grup şefi oldu ve Orkestra müdürlüğüne seçildi. 1975’te İzmir’de kurulma aşamasında olan İzmir Devlet Senfoni Orkestrasına geçti.

1980 yılında Prof.Dr. Gültekin  Oransay’ın davetiyle Senfoni Orkestrasındaki görevinden ayrılıp EÜ GSF bünyesinde yeni kurulmuş olan müzikoloji bölümünün (Musiki Bölümü) ilk öğreticileri arasında yer aldı. Öğretim Görevlisi olarak atandığı bu Bölümde, Müzik Tarihi, İlkel Müzikler Tarihi, Geleneksel Sanat Müzikleri Tarihi, Türler Tarihi, Koro, Viyola, Blokflüt ve Orkestra Yönetimi derslerini okutan Özgüç, GSF’den emekli olduktan sonra İzmir Devlet Opera ve Balesine bağlı Çocuk Korosunun şefliğini yaptı.

16 Ağustos 2000 tarihinde kaybettiğimiz değerli hocamızı, arkadaşlarımızla birlikte Karşıyaka Doğançay Mezarlığında toprağa verdik.


Adnan ATALAY

1952 yılında Kayseri’de doğdu. İlk müzik çalışmalarına 11 yaşında girdiği Mimarsinan İlköğretmen Okulunda  Müzik Öğretmenleri Fuat NİKSARLI’dan müzik,  Ali Rıza AKYOL’dan keman dersi alarak başladı. 1967 yılında girdiği  AEİO Müzik Semineri Sınıfını 1970 yılında bitirip GEE Müzik Bölümüne girdi. Bu Bölümden  1973’de mezun olup Kayseri Lisesi müzik öğretmenliği görevine atandı. Sekiz ay sonra açılan asistanlık sınavını kazanarak  1974 Martında GEE Müzik Bölümüne “Müzik Teorisi ve Kulak Eğitimi” dalında “asistan” olarak atandı. Nurhan CANGAL’ın rehberliğinde sürdürdüğü 4 yıllık asistanlık programını ve Erdoğan Okyay’ın rehberliğinde sürdürdüğü “Türk Halk Müziğine Dayalı Solfej Metodu” başlıklı asistanlık tezini 1978 yılında tamamlayıp aynı Bölümün Müzik Teorisi ve Kulak Eğitimi Öğretmenliğine atandı.

1979 yılında Prof.Dr. Gültekin  Oransay’ın davetiyle GEE Müzik Bölümündeki görevinden ayrılıp EÜ GSF bünyesinde yeni kurulmuş olan müzikoloji bölümüne (Musiki Bölümü) “Kontrapunt Tarihi” dalında asistan olarak geldi. 4 yıllık ikinci asistanlık döneminin ardından 1983 yılında DEÜ BEF Müzik Eğitimi Bölümü’ne “Öğretim Görevlisi” olarak atandı. 1987 yılında DEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müzikoloji Anabilim Dalında Yüksek Lisans öğrenimini tamamlayıp aynı yıl “Sanatta Yeterlik” ve “Bilim Uzmanı” unvanlarını aldı.

Görev yaptığı GEE Müzik Bölümü, EÜ GSF Musiki Bölümü, DEÜ BEF Müzik Eğitimi Bölümü, Işılay Saygın AGSL Müzik Bölümü gibi kurumlarda,  Armoni, Kontrapunt, Kulak Eğitimi-Solfej, Müzik Biçimleri, Eser Çözümleme, Piyano, Piyanoda Eşlik, Müzik Yazıları, Selen Fiziği, Halkbilim, Türk Müziği Çokseslendirme ve Geleneksel Türk Sanat Müziği gibi dersleri okutan ATALAY, müzik eğitimine yönelik çalışmalarını emekliye ayrıldığı 2000 yılından sonra da sürdürüp son olarak (2009 yılları arasında 2011) Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi  Müzik Eğitimi Anabilim Dalı’nda Armoni-Kontrpuan-Eşlik, Müziksel İşitme-Okuma-Yazma, Müzik Biçimleri ve Geleneksel Türk Sanat Müziği derslerini okuttu.

Müzikoloji ve müzik eğitiminin çeşitli konularına ilişkin yazılarını   adnanatalay.com adresindeki “Güncel Yazılar” sayfasında sürdürmekte olan ATALAY, ilk sayısı 21 Ekimde Musichall adıyla yayınlanıp Ocak 2022’den itibaren Konser Arkası adıyla çıkmaya başlayan aylık müzik dergisinin yazar kadrosunda olup anılan dergideki  SANDIK adlı köşesinde yazmaktadır.


Kumru CANKU

1944 yılında Tavşanlı’da doğdu.  İzmir Kız Lisesinde başladığı Lise eğitimini  Ankara Kız Lisesinde sürdürdü. Ankara Lisesinde okurken Muzaffer Arkan yönetimindeki Ankara Radyosu çocuk saati programlarında ve çocuk korosunda korist ve solist olarak görev aldı. Lisenin Fen Bölümünden 1963 yılında mezun olup  Ankara Devlet Konservatuvarı Şan Bölümüne girdi. 4 yıl süren eğitimini tamamladıktan sonra Ankara Devlet Opera ve Balesi Korosuna girdi.  Aynı yıl Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünün sınavını kazanarak anılan Fakülteye girdi. Almanca, İtalyanca ve Latince eğitimi gördüğü Fakülteden 1972 haziranında mezun oldu. Temmuz 1974’te Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından bir yıl süreyle yurt dışına gönderildi. Konuk sanatçı olarak Hannover Operasına kabul edildi.

1975’te Ankara Devlet Opera ve Balesindeki görevine yeniden dönen Canku, 1977 yılında Prof.Dr. Gültekin  Oransay’ın davetiyle Ankara Devlet Opera Korosundaki görevinden ayrılıp EÜ GSF bünyesinde yeni kurulmuş olan müzikoloji bölümünün (Musiki Bölümü) ilk asistanı oldu. 31 Mart 1978’de başladığı asistanlık döneminde, Lisans sınıflarında Latince, Opera Tarihi, Çalgılar Tarihi, Küğe Giriş, Opera Dağarı, Sinfoni Dağarı dersleri, Tiyatro Bölümünde Suat Taşer ile birlikte Ses eğitimi ve konuşma dersleri verdi. Yüksek Lisans öğrenimini ve “Türkiye Halk Küğünde Taşıl Bezek” başlıklı Yüksek Lisans tezini 1980 Kasımında tamamlayarak Bölümün ilk Yüksek Lisans mezun oldu.

1982 Kasımında Buca Eğitim Fakültesi Müzik Bölümünde görevlendirilip burada şan ve müzik tarihi derslerini okuttu. 6 Kasım 1983’te İzmir Devlet Opera ve Balesi Korosuna geçti. Bu arada BEF’de ücretli olarak ders vermeyi sürdürdü. Operada koro çalışmalarının yanı sıra reji asistanlığı, çevirmenlik ve Sanat Müzik yardımcılığı yaptı. İzmir Devlet Opera ve Balesi bünyesine kabul edilen çocuk korosunda 16 yıl boyunca ses eğitimcisi, öğretici ve yönetici olarak çalışmalarını sürdüren Kumru Canku bu arada Konservatuvar çocuk korosunu da kurarak her iki korodan çok sayıda öğrencinin konservatuvara alınmasını sağladı. Ekim 1988 yılından başlayarak bir buçuk yıl TRT İzmir Amatör Gençlik Korosu’ nda 1989- 90 ders yılında İzmir Türk Musikisi Konservatuvarında ses eğitimcisi olarak çalıştı. Emekliye ayrılmadan önce opera arşivini kurdu ve 2009 yılında emekli oldu.


Yaşar DORUK

1948 yılında Balıkesir Savaştepe’de doğdu. Gümüşane Öğretmen Okulu mezuniyetinin ardından GEE Müzik Bölümüne girip 1969 yılında mezun oldu. 1969-71 tarihleri arasında Kars Cılavuz Öğretmen Okulunda, 1971-74 yılları arasında Nevşehir Öğretmen Okulunda müzik öğretmeni ve müdür yardımcısı olarak görev yaptıktan sonra 1974 yılında Milli Folklor Araştırma Dairesine (MİFAD)  “araştırmacı” olarak atandı. Bu dönemdeki araştırmacılığı sırasında Kemal İlerici ile Türk Müziği üzerine çalışmalar yaptı ve aynı süre içerisinde Ankara Radyosu Yurttan Sesler Topluluğunun repertuvar çalışmalarına katıldı.

MİFAD’da çalıştığı yıllarda yurdun bir çok yöresinde derleme çalışmalarına katılan Doruk’un, Urfa’da 1976 yılında yaptığı derlemeler “Urfa’dan Derlenmiş Türkü ve Oyun Havaları” başlığıyla  Kültür ve Turizm Baskanlığı Milli Folklor Araştırmaları Dairesince yayınlanandı.

1976 yılında, aynı Dairede “Halk Müziği ve Oyunları Şube Müdürü” olan Doruk, 1979 yılında Prof.Dr. Gültekin  Oransay’ın davetiyle MİFAD’daki görevinden ayrılıp EÜ GSF bünyesinde yeni kurulmuş olan müzikoloji bölümüne (Musiki Bölümü) asistan olarak geldi.  12 Haziran 1979 tarihinde başladığı asistanlık döneminde,  Lisans Sınıflarında Türk Halk Müziğiyle ilgili dersleri okuttu.

1981 Mayısında başlayan tahkikatların  ardından maruz kaldığımız yoğun mobbing uygulamalarından çok rahatsız olan ve Bölümde sağlıklı bir gelecek kalmadığını gören Doruk, tahkikatların başlamasından 6 ay sonra 16 Kasım 1981 tarihinde yeniden MİFAD’daki eski görevine döndü.

16 Kasım 1981’de Milli Folklor Araştırma Dairesinde Şube Müdürü olarak yeniden göreve başlayan Doruk, 1985- 87yılları arasında  Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü  (GSGM) Daire Başkanı, 1987-89 yılları arasında Devlet Türk Halk Müziği Korosu Şef Yardımcısı, 2001 Devlet Halk Dansları Topluluğu Müzik Yönetmeni, 2001-2003 yılları arasında  GSGM Genel Müdür Yardımcısı ve ardından da GSGM Genel Müdürü olarak görev yaptıktan sonra  2003 yılında emekli oldu.

 24 nisan 2021 tarihinde hayatını kaybeden Doruk, İzmir Karşıyaka’da toprağa verildi.

İstanbul  24-29 Eylül  1979III .Milletlerarası Türkoloji Kongresi dönüşü (Bandırma Vapuru) Fotoğrafın arkasındaki isim şeması Edip Bey’in el yazısı

Bursa 22-28 Haziran 1981 II.Milletlerarası Türk Folklor Kongresi

Arka sıra (soldan sağa) Kumru CANKU, Muzaffer GÜRGÜNEŞ, Adnan ATALAY, Nurhan CANGAL, Edip GÜNAY,  (Konuk) ; Ön sıra (soldan sağa) (Konuk), Necati GEDİKLİ, Yaşar DORUK

22-28 Haziran 1981  II.Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bursa

Arka sıra (Soldan sağa): Yaşar DORUK, Necati GEDİKLİ, Muzaffer GÜRGÜNEŞ, Edip GÜNAY, Nurhan CANGAL, (Konuk), Kumru CANKU,  Önde oturan: Adnan ATALAY

Lisans Sınıfındaki öğrencilerimizle birlikte

Arka sıra(soldan sağa): H.Sinan METE, Piraye KIRMIZI, As.Kumru CANKU, Sibel SAĞLAM, Gülden ATAY, Nevzat ALTUĞ ; Ön sıra: Ahmet KAHYAOĞLU, As.Adnan ATALAY, Yavuz DALOĞLU. Feza TANSUĞ

Öğr.Gör.Dr.Edip Günay öğrencileriyle

Arka sıra (Soldan sağa): Şadan GAMSIZ, Nevzat ALTUĞ, Gül SAÇAN (Konuk), Bayram SALMAN (Konuk), Öğr.Gör.Dr.Edip GÜNAY; Ön sıra (Soıldan sağa): Köksal COŞKUN, Ahmet KAHYAOĞLU

40 yıl önce EÜ GSF Musiki Bölümündeki odamda Oransay’la ilgili savunma hazırlarken (1982)

40 yıl sonra evimde Oransay’la ilgili olarak 2. kez savunma hazırlarken (2022)